EBU ALİ HÜSEYİN B. İBNİ SİNA / Köşe Yazısı - Mehmet Ali ÇETİN
Mehmet Ali ÇETİN
EBU ALİ HÜSEYİN B. İBNİ SİNA
Batı Dünyasının Avicenna adıyla adlandırdıkları, asıl adı Ebu Ali Hüseyin b. Abdullah Sina, Hicri 375 yılının Ağustos ayında Buhara yakınlarında bulunan Afşana Köyünde dünyaya gelmiştir. Hikmet, mantık, tabiat, ilahiyat, nücûm (astroloji ve yıldızlar), riyaziyat (matematik), musiki ve tıp olmak üzere birçok ilim dalında inceleme ve araştırma yaptı. Çok genç yaşta yüksek bir bilgi ve birikime sahip oldu. Ebu Ali Yunanlı ve Endülüslü bilginlerin eserlerini okuyup incelemiştir. Aynı zamanda şark tabiplerinin kitaplarını, keşiflerini, bölgedeki tıp ilmiyle uğraşan Horasan ve Ferarud'un meşhur tabiplerinin yanında tahsilini yapmıştır. En büyük sözü; “ilim deryası, özellikle tıp ilmi sonsuz ve sınırsızdır. Hiç kimse onda kemale erdiğini iddia edemez.”buna benzer başka bir sözü de; “tıp sonu ve bitim noktası belli olmayan bir deryadır, onun sınırsız hakikatleri asla idrak ve keşfedilemez.”
Ebu Ali henüz 18 yaşındayken tıp ilmini bitirmişti. Bu yaşında tıp alanında söz sahibi ve uzmanı olmuştu. İbni Sina ‘nın en güzel ve anlamlı sözlerinden başka biri de; tıp ilminde bir tabip için ilmi bilgilerden, tecrübe ve uzmanlık tan önce en gerekli sermaye temiz bir vicdan ve insan severliktir. Tabipler ettikleri yeminlere bağlı kalarak ahlaki ve vicdani sorumluluklarını daima göz ününde bulundurmalıdır. Şerefli ve Allah’ı tanıyan bir tabip her zaman her yerde yüce yaratıcının yaptığı işlerini ve eylemlerini seyrettiğini bilmelidir. Bu meslek mal, mülk, servet kazanmak için yapılmamalıdır. Eğer bir tabipte böyle bir anlayış gerçekleşirse bu meslek çok tehlikeli boyutlara ve yollara sapar.
Tababet mesleği, çok hassas bir konudur. En ufak bir sorumsuzluğu kabul etmez. Hastayı muayene ederken yapılan küçük, basit bir hata onun ölümüne sebebiyet verebilir. Onun için bu meslek veya bu mesleğe tabip seçilirken, çok seçici davranılması gerektiğini söylemiştir.
Üstat, hastaları muayene ederken, onca dikkatiyle hastanın nabzını ve kalp atışlarını uzun uzadıya dinlerlerdi. Hastanın ağzını, dilini, göğsünü, karnını, sindirim sistemini ve muhtelif noktalarını parmak uçlarıyla dokunur ve bu işi bir kaç kez tekrarlardı. Hastayla iletişimi sıkı tutarak sürekli muhabbet edip hastanın gönlünü hoş tutmaya çalışırdı. Hastalarının hastalığını teşhis etmek için çok ilginç ve farklı tarzlarda sorular sorardı. Hastalığın teşhisinde bütün bilgi, belge ve sonucu elde etmeden sorulardan ve tedaviden asla vazgeçmezdi. Genel anlamda tüm bilgi, belge ve delilleri toplayıp anlamlı sonuçlar oluşturduktan sonra hastalığın teşhisini koyar ve gerekli olan tedaviyi uygulardı.
İbni Sina, her fırsatta iyi bir tabibin, kendi dalında uzmanlığa sahip olmanın yanı sıra, iyi huylu, ahlaklı, merhametli ve insancıl olan, altın, gümüş, mal ve servete değer vermeyen kişiler olmaları gerektiğini söyler. Bir tabip bu mesleği, halkın iliğini, kemiğini sömürmek, hastalarını can suyunu emmek için değil; manevi ecri ve ruhani ödülü için seçmelidir. Eğer bu hususlara dikkat etmeyen sözde tabipler varsa, bunların tıp camiasından derhal kovulması ve tababetle iştigal etmekten mahrum edilmesi gerekir. Adaletin, kamu yararının ve halkın canının korunması için, bu sınıfın bireyleri arasındaki tıp canilerinin meslekten hemen el çektirilmesi gerekir. “Böyle tabiplerin kazandıkları servet, gücü, kudreti doğurduğu için bu gruplar altın, gümüş, mal, mülk ve yeterli kazanç elde ettikten sonra kendi konumların korumak için her türlü teşebbüsten, hatta sahtekârlık yapmaktan, yalan söylemekten ve cinayet işlemekten bile geri durmazlar.” demiştir.
Üstat, tedavi ettiği hastalardan hiçbir ücret almazdı. Onun yaptığı bütün tedavileri ücretsizdi. Kendisine bir miktar ücret talep edildiğinde “benim ücretim yaptığım tedavi sonucu iyileşen hastalarımın mutluluğu, sevinci ve duasıdır. O bir tabip için en büyük ödül Yaratıcının rızası ve hasta yakınlarının hoşnutluğudur. ” derdi.
İbn-i Sina Ebu Ali Üstadın tıp ilminde ne kadar derin bir bilgi birikimine sahip olduğunu anlamak için başından geçen birkaç olayı anlatmakta yarar vardır.
Büyük üstadın yaşadığı çağda Gazne şehrinde hüküm süren Sultan Mahmut İslam’ı yaymak ve sınırları genişletmek için İran’ın Batısı, güneyi ve diğer komşu ülkelere sefer düzenlerdi. Çok güçlü askeri donanıma ve güce sahip olan Sultan Mahmut ülkesinin sınırlarını günden güne genişlettiriyordu. Bundan dolayı gücü, kuvveti ve kudreti diğer ülkelere yayılmıştı. Komşu ülkeler Gazne’li hükümdarla dostane ilişkiler kurmak için büyük çaba harcamaktaydılar.
Bu asırda sultanların saraylarının heybetleri ve görkemi sarayda yaşayan ünlü alimler, bilginler, şairler, yazarlar ve tabiplerin sayısıyla ölçülürdü. Sultanlar ilim adamlarını, yazarları, şairleri ve tabipleri kendi sarayına çekebilmek için her türlü fedakârlığı göstermekten çekinmezlerdi. O dönemde Müveraünnehir’de biri Müslüman biri Hıristiyan olan meşhur iki tıp alimi vardı. Ebu Selh ve İbni Sina... Bu âlimler Sultan Mahmut tarafından bizzat saraya davet edilenler arasındaydılar. Ancak bu iki ünlü tabip Sultan Mahmut’un Mezhep taassubu, kendi mezhebi dışındakilerini kafirlikle suçlaması, üstelik bu anlayışa sahip olanlarla mücadele etmesi ve böyle düşünenleri yok etmeyi dini bir görev olarak görmesi, mal, servet elde etmede hırslı, istekli ve aç gözlü olması, zevkine göre bazı alimleri sarayından atması, kendi dinine mensup olmayanlara karşı merhametsiz olması ve başka dinde olan insanları idam ettirmesi gibi sebeplerle sultana mektup göndererek davete icabet etmediler.
Bu iki alimin davete icabet etmemesi, Sultan Mahmut’un büyük tepkisini çekmişti. Bu kızgınlığını ordu komutanı Altuntaş’a iletmişti. Tam bu esnada Sultan Mahmut’un yirmi yaşlarındaki oğlu Şehzade Mesut karın ağrıları yüzünden çok bitkin bir hastalığa yakalanmıştı. Bu şiddetli hastalığı yüzünden Şehzade Mesut sürekli kıvranmakta ve çok acı çekmekte ve başını sağa sola hareket ettirerek devamlı inlemekteydi. Sarayın tecrübeli ve bilgili tabipleri şehzadenin yakalandığı bu illeti teşhis ve tedavi edemediler. Gürgenç’te bulunan ve Sultan Mahmut için bilgi toplayan istihbarat adamı Hasan Mikal Sultana Mektup göndererek“Ebu Selh Adında Hristiyan bir adam ve Ebu Ali adıyla Maruf Hüseyin Sina adında başka bir tabip hastalıkları teşhis ve tedavide gerçekten mucizeler yaratmaktadır.” diye haber yazar.
Sultan Mahmut daha önce de bu iki alimi Gazne’ye davet etmesine rağmen şimdiye kadar bu iki tabib Gazneye gelemeyeceklerini bildiren iki mektup göndermişlerdi. Sultan Mahmut bu iki tabibi zorla getirmeye karar verdi ve bu görevi ordu komutanı Altuntaş’a verdi. Altuntaş otuz kişilik bir grupla Harezm şehrine hareket etti. Gazneli Mahmut’un kendilerini yakalayıp zorla getirileceğini haberi alan bu iki tabip hiç zaman kaybetmeden şehirden kaçıp gizlendiler. Nitekim yolculuk esnasında Hristiyan tıp alimi Ebu Selh şiddetli bir çöl fırtınasında hayatını kaybeder. Ebu Ali ve rehberi bu şiddetli çöl fırtınasında hayatta kalmayı başardılar ve Görgenç yakınlarındaki mezarlıkta konakladılar. Bu esnada bir cenazeyi toprağa verirken cenaze sahibinin, kardeşim ölmedi, o ölü gibi durmuyor, o yaşıyor yakarışlarını duyan İbni Sina, cenazenin ölüm sebebini sorar. Topluluktakiler cenazenin kalp krizi sonucu öldüğünü söylediler. Aldıkları cevaplardan dolayı şüpheye düşen büyük üstat, ölen insanı tekrar muayene etmek için izin ister. Toplumdakiler, baştabibin cenazenin ölümü kesinleştiğine dair bir rapor tanzim ettiğini, bunu değiştirmek için öncelikle baştabip ve Şeyhten izin alınması gerektiğini büyük üstada söylediler. Üstat her geçen zamanın çok değerli olduğunu bir an önce cenazeyi muayene etme isteğindeki ısrarı ve cenaze sahibinin desteğiyle olumlu karşılandı. Üstat, hiç zaman kaybetmeden cenazeyi ön muayeden geçirdikten sonra şüphelerini doğrulayan bir takım izlere rastlar. Cenazeyi şehirdeki tam teşekküllü bir hastaneye taşınması talimatını verir. İsteği hemen yerine getirilir. Cenazeyi şehre taşıyıp ayrıntılı bir şekilde muayene eden Ebu Ali, ölümün gerçekleştiği konusunda hata yapıldığını anladı. Ebu Ali bilgi, birikim ve tecrübesiyle hastaya gerekli bütün tedavileri en ayrıntılı noktasına kadar uygulayarak ölmüş denilen bir insanın hayatını kurtardı.
Başka bir hastanın tedavisinde üstat bu tedavide kullanılmak üzere laboratuvarında bir alet icat etmişti. Sinirleri gevşek, kasları titreyen bu hasta için Arapların re’ade balığı adını verdikleri bir balıkta bulunan elektrik gücünden faydalanarak ürettiği bu yöntemle hastayı tedavi ediyordu.Bu balıkların en büyük özelliği, belli bir elektrik gücüne sahip olmaları ve avlanma esnasında vücudundaki elektrik ışınını diğer balıkların üzerine göndererek avlarını uyuşturup yakalamalarıdır. Bir haftadan beri aç bırakılan re’ade balıklarından birkaç tanesini, icat ettiği hazne adındaki su dolu aletin içine yerleştiriyor. Bu aletin içinde suyla birlikte demir teller vardı. Aç olan bu özel balıklar, yem ararken aletin içindeki demir tellere çarpmaları sonucu alet titremeye başlıyordu. Hastanın ellerini bu demir tellere temas ettirirdi. Balıkların ürettiği bu elektriklenme sayesinde üretilen enerji, hastanın bütün vücuduna yayılır. Yapılan bu tedaviden sonra felç olmuş, yürümeyecek bir halde olan hasta bu sayede ayağa kalkmış oluyordu.
İbni Sina’nın, hastaların hastalıklarının teşhisinde ilginç, orijinal ve hayranlık uyandıran yöntemleri kullandığı görülmektedir. Örneğin aşk hastalığına yakalanmış, komaya giren bir saray kâtibinin oğlunun hastalığını, farklı yöntemlerle sorular sorarak teşhis etmiştir. Bu hastanın daha önce geçirdiği rahatsızlıkları, zevklerini, hobilerini, çaldıkları aletleri, ilgi ve alakalarını, üzüntülerini, uykudayken mırıldandığı sözleri ayrıntılı bir şekilde sorar. Üstat sordukları sorulardan aldıkları cevapları, zihni melekelerinden geçirilip bağlantılar kurar. Uykuda iken sayıkladığı kelimeleri hastanın kulağına tekrar fısıldamış, vermiş olduğu tepkiler doğrultusunda nabzını ölçmüş, kalbini dinlemiş ve kelimeleri önem sırasına koyarak anlamlı cümleler kurmuş, bu cümleden yola çıkarak gencin hastalığına şifa bulmuştur.
Üstat İbni Sina, aşk hastalığının on bir merhalesinin bulunduğunu, bu gencin dokuzuncusu olan “aşkın sevgilisine olan şiddetli ilginin sonucunda güçsüz düşüp hastalanması ve hayati gücünü tümüyle kaybetmesi merhalesinde olduğunu söyler. Bu merhalede hastanın yemek yeme iştahı ortadan kalkar. Sindirim sisteminin faaliyetlerini yapamaması sonucunda damarlardaki kan dolaşımı bozulur ve yavaş yavaş hastanın gücü yok olur.” şeklinde açıklamıştır.
İbni Sina hastalarını tedavi ederken kullandığı diğer yöntemlerden biri de çevre ve doğanın eşsiz güzelliklerinden faydalanmasıdır. Doğanın mucizevî nimetlerini ve zenginliklerini çok faydalı bir şekilde tedavi amaçlı olarak kullanırdı. Nitekim akciğer hastalığına yakalamış bir kadını tedavi ederken kanser mikrobunu etkisiz hale getirmek için kırmızı gülün tıbbi özelliklerinden faydalanmıştır. İbni Sina, hastalığın tedavisinde kadının dinlenmesi için havası temiz olan dağlık ve yeşil bir bölgede yaşamasını; her gün süt ve gül suyunu içmesini tavsiye etti. Böylelikle hasta, çevrenin gürültü ve rahatsızlık verici etkenlerden arınmış oluyordu. Yapılan bu tedavi sonucu hasta kadında hastalık belirtisi kalmadan tamamen iyileşti.
Üstat, ileride bu hastalıkla ilgili bir ilaç geliştirilecekse mutlaka gül bitkisinden yararlanılması gerektiğini de söylemiştir.
Tıp dünyasında hastaların teşhisi ve tedavisinde birçok değişik tedavi yöntemlerini kullanan zamanın dehası İbni Sina, 57 yaşında şiddetli kolik atağı hastalığına yakalandı. Bu hastalığı yüzünden güçlükle ayakta duruyordu. Önerilen hiçbir tedavi fayda vermeyince kendisini kaderine teslim etti. Ölüm yatağında bütün mallarını yoksullara dağıttı. Miladi 1037 yılının haziran ayında hastalığına yenik düşerek 57 yaşında vefat etti.
İbni Sina El-Kanun Fi’l Tıp (Tıpta Kanun), Kitabül Necat(Metafizik konulu:Kurtuluş Kitabı), Risale fi-İlmi'l-Ahlak("Ahlak Konusunda Kitapçık),İşaratve'l-Tembihat("Mantık, Fizik ve Metafizik bölümlerini içerir. 20 bölümden oluşur.),Kitabü'ş-Şifa, ("Mantık, Matematik, Fizik ve Metafizik konularında yazılmış on bir cilt hacimli bir eserdir.)ve Geometri, Fizik, mantık,Musiki alanlarında birçok eser vermiştir.
Kaynak: Şarkın Dehası İbni Sina Nurullah Larudi
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
- DÜNDEN BUGÜNE BUGÜNDEN YARINA SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI 229 Ekim 2024 Salı 11:02
- ÇALIŞMA AZMİ9 Ekim 2021 Cumartesi 21:30
- DÜNDEN BUGÜNE BUGÜNDEN YARINA SİVİ TOPLUM KURULUŞLARI25 Mayıs 2021 Salı 22:35
- Almanya da Eğitim Sistemi24 Ocak 2017 Salı 10:24
- ADIYAMANGÜCÜ GENÇLİK SPOR KULÜBÜ21 Eylül 2016 Çarşamba 12:56
- EBU ALİ HÜSEYİN B. İBNİ SİNA22 Nisan 2016 Cuma 23:36
- HAFIZLIK EĞİTİMİ ÜZERİNE16 Şubat 2016 Salı 15:33
- ANADOLU'DAKİ AMERİKA10 Şubat 2016 Çarşamba 09:10
- HZ. MUHAMMED'İN ÖĞRETİM METODU6 Temmuz 2015 Pazartesi 13:12
- Sabri KELEPÇEYAKARIŞ
- Bilal ACARDİLDEN VE İŞGALE
- Hülya AKCEBE"DİREN" DEDİM
- Emrah KARHamas’tan İslami Uyanış Hareketi Mensuplarına Öğütler
- Osman DAĞETRAFI BEREKETLİ KILINAN BELDE: KUDÜS
- Mehmet Ali ÇETİNDÜNDEN BUGÜNE BUGÜNDEN YARINA SİVİL TOPLUM KURULUŞLARI 2
- Akif AKMAN31 MART YEREL SEÇİMLERİ ÜZERİNE BİR TAHLİL
- Mehmet ÖZELPOST TRUTH (GERÇEKLİK SONRASI) ÇAĞDA FİLİSTİN SORUNUNU KONUŞMAK
- Bilge ÇAĞLANMODERN EĞİTİMLE DEĞİŞEN DİNDARLIK
- Veli KARATAŞ “AKLA VEDA” AKL-I SELİME DAVET
- Mehmet ALTUNÜLKEMİZDEKİ EĞİTİMİN DÜNÜ BUGÜNÜ VE YARINI
- Ali KARAKAŞFUAT SEZGİN VE HADİS KİTABETİNE DAİR İDDİALARI
- Kemal SAYARKemal Sayar İyiliğin kanatları
- Musa ARMAĞAN MEVDUDİ'NİN İSLAMIN GELECEĞİ VE ÖĞRENCİLER KİTABI ÖZETİ
İMSAK | GÜNEŞ | ÖĞLE | İKİNDİ | AKŞAM | YATSI |
04:22 | 05:44 | 11:45 | 14:58 | 17:34 | 18:49 |