RABİA - OSMAN EROĞLU

29.10.2024 11:09:49
RABİA - OSMAN EROĞLU
Bu yazı Eğitimle Diriliş dergisinin 21. sayısından alınmıştır.

 (...)

Gözlerimi açtığımda her yer toz duman içindeydi. Neredeydim? Ne oldu? Hiçbir şey bilmiyordum. Göğsümde derin bir sızı hissediyordum. Soluduğum hava çok kirliydi. Her nefes alışımda yüreğim parçalanırcasına yanıyordu. Ama çok güzel bir koku alıyordum. Gül mü, fesleğen mi yoksa kına çiçeği mi bilemedim. Kımıldamaya çalışıyordum ama ne hacet. Sadece parmak uçlarımı hissediyordum. Ne oluyordu?
Bu gelen bağrışmalar, tekbir sesleri...
 
Anlamsız sorular içindeydim. Gerçi kendimde de değildim çok fazla. Rüyada mıyım? Bilmiyorum. Bilmiyorum, ne tuhaf bir kelime değil mi? Ama gerçekten bilmiyorum. Hatırlamaya çalışsam da sadece beynimin içini zonklatan o dehşet sesi hissediyorum. Tek bildiğim buydu sanırım. Nefesim kesiliyor, gözlerimi açamıyorum. Allah'ım ne oluyor?
 
Yoksa 
Yoksa Ya Rabbi! Nasip mi oluyor 
Ben, ben sadece annemi istiyorum.
Ben sadece annemi ist...
(...)
 
Daha 11 yaşındaydı Rabia.
 
Onun zeytin ağaçlarının arasındaki koşuşturmalarını bilirim. Tatlı gülümsemesini ve umutlu bakışlarını…
 
Bundan 4 yıl önce annesi ve iki kardeşi İ*railli askerler tarafından sıkılan kurşunlar neticesinde şehit olmuştu. O gün bugündür Rabia, babasıyla hayata tutunmaya çalışıyordu. Bitmiş yağ tenekeleriyle kaplı, mavi brandalarla örtülmüş çatısıyla, yarı toprak yarı taşla örülmüş iki göz bir evde yaşıyorlardı. Babası kimi zaman Akdeniz’e açılan minik balıkçı tekneleriyle ava çıkar, tuttuğu balıkları evin aşağısında kurulan pazarda satardı. Pazar dediğime bakmayın, elde avuçta olanlar sadece el değiştirirdi. Burada yeni şeyler görmek mümkün değildi. Bilmem kaçıncı el elbiseler, dibi kararmış tencereler, tabanı açılmış ayakkabılar ve daha nice ihtiyaç duyulan ürünler… Her şeye rağmen yüzler gülüyor, tebessüm bu sokaklardan hiç eksik olmuyordu. Herkes çok hareketli, çok çalışkan ve çok gayretli. Bunu yapmak zorundayız. Ayakta kalabilmemiz ve meydan okuyabilmemiz için bunu yapmak şart.
 
Rabia'nın babası Baha, eşi Meryem ve iki evladının şehadetinden sonra, kızı için daha da önemlisi Gazze'nin içinde bulunduğu bu zor durumdan kurtulması için canhıraş çalışıyordu. Adeta yorulmak nedir bilmiyordu. Bizim buranın insanları tıpkı Baha gibidir. Şehadet haberleri bileğimizi kuvvetlendirir, yüreğimizi diri tutardı. Kimsesiz kalmış bu topraklarda bir avuç insan, birbirimize kenetlenmek zorundayız.
 
Rabia henüz 3. sınıfı yeni bitirmişti. Kapağı yıpranmış kitapların tek tük bulunan boş sayfalarına cennet resimlerini çizerdi. Kimi zaman bir ırmak başında annesi, babası ve iki kardeşiyle oturuyor, kimi zaman envai türden sadece ismini duyduğu meyvelerden yiyordu. En önemlisi de kâğıda yansıtamıyor olsa da annesinin kucağında, kokusunu doya doya içine çekiyordu. Rabia büyüyordu. Rabia hayalleriyle, acılarıyla büyüyordu. O, gece-gündüz demeden çalışan babasına da çok düşkündü. Gücü yettiğince babasının ihtiyaçlarını karşılamaya çalışıyordu. Kimi zaman eve geç gelen babasının elbiselerini yıkıyor, kimi zaman yemekler yapmaya çalışıyordu. En önemlisi de varlığıyla babasına umut oluyor, yoldaş oluyordu. 
 
İki kardeşinin ölümünden sonra çocuklarla oynamak gelmiyordu içinden. Sadece resim çiziyor ve içinde kaybolmak istediği hayaller kuruyordu. Bir de sokaktaki onlarca çocuğa ablalık yapıyordu. Kim? Rabia mı? diye sorarsınız elbette. Ama buradaki çocukların konuşmaya, bir şeyleri algılamaya başladıkları andan itibaren büyüdüklerini, artık birer yetişkin insan mesabesinde mücadele ettiklerini unutmamak gerekir.  Evet, o artık ablaydı; hüznünü daha yeni ayaklanmaya yüz tutmuş eli kalem tutmaya başlayan çocuklarla ilgilenerek dindiriyordu. Rabia olanların farkındaydı ve olanları bütün kudretiyle haykırmaya da talipti. O, zalimlere karşı dirilişin müjdesiydi. Cesurdu, hem de başka yerlerdeki insanların, babayiğit, gürleyip anında dinen mücahitlerin(!) algılayamayacağı, bilemeyeceği kadar cesurdu. 11 yaşında bir çocuktan nasıl bir cesaret beklenir bilmem ama Rabia minik bedeniyle koca denilen o ilahlaştırılmış İ*raile meydan okuyordu.
 
Bir gün gecenin geç saatlerinde, günün kendini zifiri karanlığa bıraktığı vakitte; yine ölümün, kanın, vahşetin habercisi olan o ses sokaklarımızı inletiyordu. Savaş uçakları alçak uçuşla 2 milyon Siyonist’in alçaklığını dünyaya ilan ediyordu. Bombalar peş peşe düşüyor, kulakları sağır eden gürültüler kopuyordu. Herkes çoluğunu çocuğunu alıp evin en güvenli yerine sığınıyordu. Daha doğrusu evlerinin en güvenli yerinde ölümle burun buruna bekliyorlardı. Büyüklerin sessizliği çocukların haykırışından daha çok duyuluyordu. Kendini çocuklarına siper etmiş anne babaların yüzlerinde, korkuyla beraber tatlı bir tebessüm bulunuyordu. Yanlış duymadınız bombaların altında bu insanlar hem korkuyor hem de seviniyorlardı. Korkuyorlardı çünkü evlatlarını kaybetmenin eşiğindelerdi. Seviniyorlardı çünkü bu vakit kavuşmanın da habercisiydi.
 
Kendilerinden önce şehit olan yakınlarına, bu davanın öncülerine kavuşmanın habercisi. 
 
Çok geçmeden yakınlardan büyük bir gürültü duyuldu. Annelerin feryatları, çocukların çığlıkları ve sesin geldiği yöne koşan gençlerin, babaların Allah’u Ekber nidaları toz duman içinde kalmış sokakta yankılanıyordu. Yine bir ya da birkaç ev yerle bir olmuştu anlaşılan. Vakit kaybetmeden harekete geçmeli belki bir ümit sağ kalanları kurtarmalıydık. Koşa koşa ilerledik. Kalbim yerinden fırlayacaktı. Yaklaştık, yaklaştık ve…
 
Baha ve Rabia’nın oturduğu sokağa girdik. Yıkılan evlerden birinde de o ikisi kalıyordu. Toz, duman ve barut kokusu birbirine karışmış; göz gözü görmüyor, nefes almak güçleşiyordu. Buradan sağ kurtulmuş olmak, hatta tek parça kalmak ne bileyim…
 
Başımı iki elimin arasına alıp gözyaşlarına teslim oldum. Cennet kuşu Rabia yuvasına dönüyordu, o çok özlediği annesine kavuşuyordu. Zaten kaç zamandır dilinden düşmez olmuştu. “Ben annemi istiyorum” diyordu. Baha, kızıyla beraber ailesine kavuşuyordu.  Cennet şehitlerini çağırmış, kutlu kervana iki mücahit daha eklenmişti. 
 
Aradan aylar geçti. O günü hiç unutamadım. O geceden sonra da pek çok saldırı, enkaz gördüm ama Rabia hiçbir zaman aklımdan çıkmadı. Rüyalarıma giriyor annesiyle, kardeşleriyle, beraber can verdiği babasıyla gülüp eğleniyor, rengârenk çiçekler içinde koşuşturuyordu. Bana da o tatlı tebessümüyle kalbimi diri tutan Rabia’ya şu dizeleri yazmak düşüyordu.
 
Bakışlarında Filistin'i gördüğüm nazlı kız
Umuda attığın her taşta
Umuda koştuğun bütün yollarda
Adın yazılıydı, 
Râbia
 
Koş çocuk!
Biraz nazlı, biraz sevdalı
Sen koş ki yorulanlar utansın
 
Bak dört kapı var, dört tarafında
Gördün mü üzerlerinde yazılı olanı?
Gözyaşlarıyla yazılmış harfler
Ve sen varsın
Râbia
 
Bu kapılar sana açılıyor
Gir içeri, 
Adımların, nabız hızında olsun
Ve biraz heyecanlı ve biraz meraklı
Bak, herkes seni bekliyor
Tek vücut, tek ağız, tek kelime
Râbia
 
Biz varız Râbia
Yüreğimiz sen yaşında
Umudumuz sen
Dört tarafta biz varız
Dört bir yanda sen
 
Susma!
Hadi konuş, bağır
Kalplerimiz titresin
Bağır ki
Bu heyecan bu sevda hiçbir zaman bitmesin


Bu haber toplam 265 defa okunmuştur
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler

İMSAKGÜNEŞÖĞLEİKİNDİAKŞAMYATSI
04:2205:4411:4514:5817:3418:49

Tüm Hakları Saklıdır © 2013 Eğitimle Diriliş | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.