Bu yazı Yeni Şafak gazetesinin 13.04.25 tarihli basımlı gazetesinin "Düşünce Günlüğü" sayfasındaki Hatice Ebrar Akbulut'un yazısından alıntıdır. Haber kapağındaki illüstrasyon Cemile Ağaç Yıldırım'a aittir.
İnsan biri tarafından gözetlendiğini düşünmeye kurulu bir varlık. Bu biri tanrı da olabilir, sevilen biri de yahut düşmanın ta kendisi de. İnsan ontolojik yapısı gereği bakar, görür, izler ve seyreder. Yine yapısı gereği bakıldığını, görüldüğünü, izlendiğini ve seyredildiğini de bilmek ister. Varlığının anlam bulması için başkası tarafından fark edilmek, birinin görüş alanına girmek ya da birinin nazarıdikkatini üzerinde hissetmek ister. Nazarıdikkat sıradan bir bakış değil, bakışın bir şeye olan yoğun ilgisidir. Temaşadır, tefekkür ve seyirdir. Dijitale angaje olmuş zihinler, herhangi bir şeye uzun süre bakamaz, seyrüsefere çıkamaz, bakıp geçmeyi yaşam tarzı hâline getirirler. Durup düşünmeyi, hafif adımlarla yürümeyi, tefekküre dalabilmiş bir bakış dikkatini yaşama biçimi olarak benimseyemezler. Böyle bir hayatı isteseler dahi dijital dünya onları bundan mahrum eder. Dijitalde bütün hayatlar izlencelik, her insan izlenmelik bir figürdür.
İnsan gözlerini kapatıp kendi sevinçlerini, kederlerini ve ölümünü izleyebilir. İnsan dediğimiz yalnız başkasını değil, kendi kendini de izler. Hayal ettiği her şey karşısında insan bir seyircidir. Bazen bir vaziyet karşısında nasıl bir hâl alacağını, yapacağı bir konuşma öncesinde nasıl bir dil kullanacağını, gideceği bir yerde nasıl karşılanacağını, buluşacağı bir insanla nasıl bir atmosferde olmak istediğini, ileride kendini nerede görmeyi arzuladığını zihninde tasarlayıp seyredebilir.
EN BÜYÜK DEVRİM
İzleme, seyretme, görme ve bakma insanlık henüz ekranla tanışmamışken de her insanın dünyasını, hayatını şekillendiren birincil eylemlerdi. Kendi yaşam standardını, kendi ufkunun gelişimini, nasıl bir hayat süreceğinin bilgisini insan etrafına bakarak, başkasından görerek ve gördüklerini taklit ederek sağlayabilir, temin edebilirdi. Ekranın hükmetmediği zamanlarda görme eylemi, insan hayatını değiştirip dönüştüren, ona yeni bakışlar kazandıran, görme yetisini ve ufkunu geliştiren kusursuz bir aracıydı. Belki de insanlık için en büyük devrim ve diriliş, görme yetisini ona yeniden kazandırmaktır. Neden devrim ya da diriliş olduğu fikrini ifade edecek olursam, insan zaten görebildiğini düşünmekte, ekranın bir ucundan dünyanın öbür yakasına bakabilecek kadar görüş alanının zengin olduğuna inanmaktadır. Oysa ki görme yetisinin düşünsel ve hissî boyutundan mahrum olduğunun farkında değildir. Algılarının enformasyon ve dijital üzerinden yönetildiğinin, özgür bir insan olduğunu iddia edenin bile dijital karşısında sürüleştiğinin farkında değildir. İnsanın melekeleri, görmenin ahlâkıyla yeniden tanışırsa ekran bütün parlaklığını yitirebilir. Kainat bütün ihtişamıyla yeniden insanın kalbini doldurabilir. Bir insana değer vermenin kendine de değer vermek olduğu, sevgisiz bir dünyanın mümkün olmadığı, yaratılana saygının hayatın özü anlamına geldiği, güneşin doğuşu ve batışı, baharın gelişi, ağacın meyveye duruşu, çiçeklerin kokular salışı insana yeniden bir mucize gibi gelebilir. İnsan dijitalin sahte büyüsüyle içinde yaşadığı dünyanın hakiki tılsımını kaybetti. İşte tam bu yüzden görme eylemi, modern ve kapitalist insanın en hayatî eylemidir.
GÖRDÜĞÜMÜZ DE BİZİ GÖRECEK Mİ?
Ekranla ilk tanıştığında muhtemelen her çocuğun aklına “Gördüğümüz de bizi görecek mi” sorusu gelmiştir. Yalnız çocuklar değil, ekran teknolojisiyle henüz tanışan yetişkinler de ekranın büyüsüyle “biz de görülüyor muyuz” merakına kapılmışlardır. Vizontele filminde bu tuhaflığı vurgulayan bir kesit vardır. Filmde, televizyon ekranıyla ilk kez tanışacak olan insanların saflığı anlatılır. Belediyenin önünde toplanan insanlara son teknoloji vizontelenin şehirlerine geleceği ilan edilince merakla “Vizontele de nedir” diye sorarlar. Başkan Nazmi de bu meraklı soruya tereddüt etmeden “Radyonun resimlisi” diye cevap verir. Ancak yine anlaşılmayınca “Radyoda Zeki Müren şarkı söylemiyor mu, işte onu söylerken hem dinleyip hem göreceksiniz aynı anda” diye açıklar. Tam bu anda o kilit soru gelir; “Peki Zeki Müren de bizi görecek mi?” Soru karşısında sessizlik yaşanırken Başkan Nazmi de tereddüt eder, “orasını bilemiyorum" der. Sonra kalabalık içinde bir tartışma başlar. "Zeki Müren de bizi görürse hiç hoş olmaz, adam sanatçı sonuçta, bizi en çirkin hâllerimizle görür" diye konuşurlar. "Hadi Zeki Müren bir şarkıcıdır, peki ya onun üstündeki, esas makam sahipleri bizim ev hâllerimizi görürse ne olacak" diye başka bir ses, görülmenin tedirgin edici yanını dile getirir. Bu psikoloji, insanın daha önemli ve daha üst mevkideki biri tarafından gözetlenmesinin onun hareketlerine getireceği kısıtlamayı anlatması bakımından önemlidir. Başbakan ya da Reisi Cumhur çıkarsa ekrana esas o zaman ne olacaktır?
Vizontele filmindeki bu benzer sahneyi, ilkokuldayken okulumuza gelen tepegöz adlı görüntüleme cihazı karşısında bizzat yaşamıştık. Saf dimağlarımız, daha cihazı görmeden tepegöz ismiyle sarsılmıştı. Dersin tepegözle işlenecek olması, çocuk aklımızı öyle etkilemişti ki muhayyilemizi konuşturmaya başlamıştık. Bu tepegöz nasıl bir şeydi, dev miydi, iri cüsseli miydi ama belli ki kocaman bir gözü olan ve her şeyi gören bir varlıktı, artık derslerde kuş uçmayacaktı. Tepegözün bakışları sıralarımızda, fısıldaşmalarımızda, sıra altından birbirimize gönderdiğimiz yazışmalarda olacaktı. Hocadan kaçıyorduk ama tepegözden kaçamazdık, artık özgür değildik. Her şeyimizi gözetleyecek bir teknoloji sınıfımıza kadar gelmişti. Tepegöz, çocuk dünyamızın üzerine eğlenceli bir kâbus gibi çökmüştü.
UNUTMAK DA NİMETTİR
Metaforik olarak tepegözü veya Vizontele'yi ele aldığımızda insanın kendinden daha kudretli bir varlık tarafından anbean izlenmesi, her ânının zapturapt altına alınması dehşet vericidir. İnsan kusurları, günahları, kötülükleri, yanlışları ve hataları gizli kalsın ister. Her şeyiyle şeffaf ve maskesiz yaşayamaz. Kamufle etmek istediği veya görünmesinden hoşnut olmayacağı hâlleri ve durumları da olabilir. Başkası tarafından görülmek bazen cezbedicidir. Görülmek keşfedilmektir ama aynı görülme eylemi, ayıp ve kusurların açığa çıkmasına da yol açabilir. Görülmenin orijini, amacı ve gayesi bu sebeple önemlidir. Unutmaya ayarlı yaratılan insan, her ânını izleyen bir Yaratıcısı olduğunu da çoğu zaman unutur. Bu unutuş olmasaydı, insan için yaşamak çok zor olacaktı belki de. İnsan, nisyan ile maluldür diye formüle edilen şey, unutuşun da insan için bir nimet olduğudur. Tıpkı görülmenin çift kutupluluğu gibi unutuşun da birbirini nakzeden karşılıkları vardır. Unutuş bazen rahmet bazen de eziyet ve sıkıntı veren bir hâl olabilir. Öyleyse şu sonuca varmamız yanlış olmaz: İnsanın her an kendini yaratan tarafından gözetlendiğini unutması da aslında insan için bir rahmettir. Aksi hâlde insan sürekli gözetilmenin ağır sorumluluğu altında yaşama hazzını duyamazdı. İnsanın yaşamın değerini bilmesi yani ondan lezzet alması, kendini var edeni bütünüyle unutması değil, aksine ona sunulan bir armağandır.
DİJİTALİZE ZİHİNLERİN KAYBETTİĞİ MEDENİYET
İnsanın başkasını gözetlemesinin, onun hayatı hakkında fütursuzca konuşabilmesinin bir hastalığa dönüşerek yozlaşmaya sebep olacağına dair en iyi örnek yollarda oturmaktan kaçınmayı salık veren öğretidir. “İyi ama yollarda oturmaya mecburuz. Hem biz yol kenarlarında meselelerimizi konuşup tartışıyoruz” denildiğinde de “Vazgeçmeyecekseniz en azından yolun hakkını verin” denir. Bunun üzerine “Peki yolun hakkı nedir” diye sorulur. İşte yolun hakkı bugün elimizdeki cep telefonu karşısında aldığımız tavırdır. Ekran karşısında mesuliyetlerimizi unutmayışımızdır. Dijital platformlarda neleri izleyip nelere tepki verdiğimizdir.
İnsanlık teknik olarak ilerlese de medeniyet anlamında zayıflamaktadır. Asırlar öncesinden gelip geçeni izlemenin insan muhayyilesini ve zannını ne kadar zehirlediğini belirten sözlere bugün o zamanlardan daha çok ihtiyacımız var. İşte yaşadığımız hayatın garabeti! Geçmişlerden maddi donanım olarak ilerideyiz ama akıl, kavrayış ve ince düşüncelilik bakımından hayli gerideyiz. Yolun hakkı, dijital dünyaya karşı baş tacı edilmesi gereken işaret taşıdır. Yapay zekâ ve yeni ekran teknolojileriyle dijitalize olan zihinler, dijital ortamdaki sayısal gücü; like, etkileşim ve izlenme oranlarını gerçek hayattaki manevî güçten hatta hakikatin kendisinden daha üstün görmeye meyyaldir. Dijital dünya, insanlığın çağ atlaması ya da zihnen ve manen kendini donatması maksadıyla değil, gerçek dünyaya meydan okuyan alternatif bir dünya olarak üretilmiş, çoğu zaman da insanlığa karşı bir savaş enstrümanı olarak kullanılmıştır.
AHLAKİ OLAN RAFA KALKTI
Dijital dünya gerçeği bütünüyle tahrif eder. İnsan aklı, onun karşısında büyülendiği, hipnotize edildiği ya da kontrolünü kaybettiği için muhayyilesine ve manevi dünyasına yapılanın farkına varmaz. Kevin Robins, siber alan ve sanal gerçekliğin insanlığa sunabileceği alternatif ve daha mükemmel bir gelecek dünyasının olmadığını ‘Artık bunu anlamalıyız’ vurgusuyla ve ciddiyetle söyler. Ekranın ahlakî hafifliği, insanı da alçaltır, ahlakî ve etik olandan uzaklaştırır. Robins’e göre ahlâkî kimlik ve sorumluluk sahibi olmak ancak gerçek dünyanın ele avuca sığmaz oluşunun kavranmasıyla mümkündür. Yani gerçek dünyanın akışını değiştirmeye çalışmak, ona hükmetmek insanlığı sefalete sürüklemekten, yolsuzluk ve yoksulluğu artırmaktan başka bir işe yaramaz.
Dijital toplum sürüdür, gösteri ve show toplumudur. Röntgenci ve dikizleyicidir. Herkes birbirini bilinçli veya kontrolsüz bir şekilde izler. Ne kadar linç o kadar tanınırlık, ne kadar mantıktan ve usulden uzak açıklamalar o kadar dikkat çekme, ne kadar pornografik içerik paylaşımı o kadar görünürlük! Gözetim toplumu yoz ve ahlak dışı olanı bir norm hâline getirdiğinden orada rezil olmak, küçük düşmek yoktur. Narsist kültürü yücelten ve empoze eden dijital mecrada herkesin yanlışı çok doğru, herkesin profili biriciktir. Başkasıysa izlenecek bir metâdan ibarettir. Dijitale angaje olan zihinler, her şeye bir izlence olarak bakmayı tarz hâline getirir. Yani uzun uzadıya düşünmez, derinlikli bakmaz, etraflıca görmeye çalışmaz, önünü ardını hesaba katmaz, sebep ve sonuçlar arasında bağlantılar kurmaz. İzlemek, akletme yetisini körelttiğinden bir mesele üzerinde uzun süre odağını koruyamaz.
SEYİRDE TEFEKKÜR VARDIR
İzlemek ve seyretmek birbirinin yerine kullanılsa da birbirinden çok farklı eylemlerdir. İzleme kısa sürelidir, seyretmek içinse incelikli vakitler ve süreç gerekir. İnsan sevdiği bir yüzü seyre dalar. Yürüdüğü yolda seyrüsefer eder. Nefesini kesen bir güzellik onun için seyirliktir. İzlemede tüketmek, seyirde tefekkür vardır. Seyredenin ufku açılır, aklı işlerlik kazanırken salt izleyenin idraki daralır, bakışı donuklaşır. Seyreden seçicidir. Gözlerini, aklın ve kalbin ferini giderecek her şeyden uzaklaştırır. İzleyenin bakışını durulaştırmak gibi bir meselesi yoktur, en vahşi olanı da en güzel olanı da aynı bakışla izler. Seyretmek dilin dağarcığını da zenginleştirir. İzlemede duygu ve düşünce âtıldır, bu sebeple dilinin sınırları da daracıktır. Seyreden, baktığı güzellikten nasiplenmeyi, tanık olduğu felaketten de sakınmayı ve sakındırmayı diler. Başkalarının başına gelen talihsizliklere kınayıcı ve yargılayıcı gözlerle bakmaz. Dilini tutar. İzleyen içinse başkalarının talihsizliğini konuşmak haz meselesidir. Başkalarının ayıplarıyla meşgul olmak en keyifli iştir. Dilini asla tutmaz, kınar ve yargılar. İzleyen tecessüs eder, röntgencidir. Seyredense künhüne vâkıf olmaya ve anlamaya çalışır.
Röntgenciliğin ne kadar ahlak dışı olduğunu Hz. Ömer’in başından geçen bir yaşanmışlıkla örneklendirebiliriz. Ömer, şehir bekçileriyle geceleyin karakol gezerken bir evden gelen eğlence seslerine kulak kabartıp gizlice o evin içinde olanları izler. Evde şarap içerek bir kadınla eğlenen bir adam olduğunu görür ve hiddetlenerek “bu işlediğin günahın hesabı yok mu sanırsın” minvalinde sözler söyler. Adam da ben bir günah işledimse sen üç günah işledin: Ayıp ve kusur araştırdın. Evime kapıdan, duvardan aştın. Selamla ve müsaade isteyerek değil, izinsiz girdin. İşte o an gizlilikleri araştırmanın ve röntgenlemenin ne kadar nahoş bir şey olduğunun altını yaşadığı bu olayla bizzat Hz. Ömer çizer.
Dikizleme Günlüğü’nün yazarı, Hal Niedzviecki, sırlarımızı ve hayatlarımızı kamusallaştıran dijital kitle kültürünün yalnız global dedikodu çarkına hizmet ettiğini söyler. Dikizleme kültürünü normalleştiren hatta başkasını izlemeyi bir keyif ve bağımlılık hâline getiren dijital dünyada insan, kendine sürekli olarak görmenin ahlâkını, yol öğretisini hatırlatmalı…