“XIX. YÜZYIL OSMANLI MEDRESELERİ” KİTABI ÜZERİNE / Köşe Yazısı - Başyazı

20.05.2020
Başyazı

Başyazı

 

“XIX. YÜZYIL OSMANLI MEDRESELERİ” KİTABI ÜZERİNE

Tarih deryasında ihtiyarlamış sandalıyla kürek çeken acemi ve de pusulasız bir balıkçı misali  nereye gittiğimi dahi bilmeden ilerlerken önüme yine boyumu ve haddimi aşan bir bahis çıktı. Fakat kürek çektiğiniz deniz tarihse öyle her bahse paldır küldür giremezsiniz; ön okuma yapmanız elzemdir. Metodolojik bir kural olarak hangi dönemi inceleyeceksem o dönemin en az bir dönem öncesi hakkında  bir ön okuma yaparım.

İşte size bu gün bahsetmek istediğim eser de ön okuma niyetiyle başladığım “yükte hafif pahada ağır” bir eser olan Prof Dr. Murat Akgündüz’ün kaleminden “Osmanlı Medreseleri –XIX Asır-“

Beyan Yayınları tarafından basılan kitabımız 140 küsur sayfadan oluşmaktadır. Ama sizleri temin ediyorum; yazarın bu 140 sayfaya sığdırdıklarını gördüğünüzde kitabın sayfa sayısının daha fazla olması gerektiğini düşünüp tekrar tekrar kontrol edeceksiniz. Şayet bu konuya biraz meraklıysanız yazarın o akıcı üslubunda kaybolup kitabın nasıl bittiğini anlamayacaksınız; bittiğini fark ettiğinizde ise muhabbetine doyamadığınız bir dosta veda eder gibi içinizde bir burukluk hissedeceksiniz.

Kitabın temel hipotezine geçmeden önce şu önemli noktanın da altını çizmek istiyorum. Medreseler konusuna ilgisi olan yahut bu kitapla birlikte ilgi duymaya başlayan okuyucular için gerek dipnotlarda gerekse kitabın son kısmında yer alan biblografya bölümünde geniş bir kaynak listesi sunulmaktadır. Dahası, belirtilen kaynaklar sadece yazarın hipotezini destekleyen kaynaklar değil; meseleyi farklı bir bakış açısıyla ele alan kaynaklar da mevcuttur.

Pekala yazarın kitaptaki temel hipotezi nedir? Akgündüz, kitabının önsöz bölümünde diğer Osmanlı müesseseleri gibi medreselerin de gerilediği yönündeki yaygın iddiayı kitabında tartışacağını belirtmektedir. Bu kısmı dikkatli bir şekilde okuduğumuzda Akgündüz’ün “medreselerin gerilediği” görüşüne katılmadığı ve bu kitabın temel hipotezinin de bu olduğu anlaşılmaktadır.

Yazar, Giriş bölümünde konu ile ilgili birincil ve ikincil kaynak türleri hakkında bilgi verir. Buna ek olarak, XIX. yüzyıla kadar medreselerin tarihi gelişimine de kısacık değinir.

Ve artık aksiyon başlar!

Akgündüz birinci bölümde “Medreselerin Teşkilat Yapısı” diye bir başlık atar. Bu ana başlığın altındaki ilk alt başlıkta yazarın savunduğu tez, “XIX. yüzyılda padişahlar ve devlet adamları medreseleri unutmamışlardır, ihmal etmemişlerdir.” Bu tezini ispatlamak adına yazarın öne sürdüğü en büyük argüman ise bu yüzyılda medreseler yaptırıp tamir ettiren yahut maddi destek veren padişahlar ve bürokratlardır. Yazar bu hususa, birincil kaynaklara dayandırdığı bir dizi örnek gösterir.

Bu bölümün ilerleyen sayfalarında Hoca’mız; talebelerin imtihanlarından, icazetname törenlerinden, talebelerin kontrolü gibi konulardan bahseder. “Medreselerin okul işlevini kaybedip öğrencilerin kaldığı bir yurt halini aldığı” şeklindeki bir iddiayı ise XIX. yüzyılda çoğu derslerin medreselerden camilere kaydığı ve medreselerin camide işlenen derslerin müzakere edildiği ve talebelerin kaldığı bir yer haline dönüştüğünü söyleyerek onaylamaktadır.

Kitapta, bu dönemde medreselerde genel bir düzensizliğin söz konusu olduğu ve bu konuda çeşitli uyarıların yapılıp önlemlerin alındığından da bahsedilmektedir. II. Mahmud devrinde bir talebe tarafından erkek kılığına büründürülmüş bir kadının medreseye sokulmaya çalışılırken talebenin yakalandığı ve cezalandırıldığı da medreselerdeki düzensizliğe örnek bir anektod olarak verilmiştir.

Yazar, talebenin devlete etki eden bir güç olduğunun da altını çizmektedir. Fakat burada yazara karşı usüle dair olmamakla birlikte tarafsızlık konusunda naçizane bir eleştirimiz olacaktır. Efendim eleştiriye bahis kısım şurasıdır: “Medrese talebeleri, bazen gazetelerde kendi aleyhlerine çıkan haberlere tepki gösterirlerdi. Mesela meşhur edebiyatçımız Ahmed Mihtad Efendi(1844-1912), XIX. asır sonlarında Tercüman-ı Hakikat gazetesinde yazdığı bir makalede, kurban derilerinin veya bedellerinin hayır işlerine verilebileceğini zikredince öfkelenen medrese talebeleri ellerine sopalar alarak matbaaya saldırmışlar; isyan, emniyet kuvvetlerinin müdahalesiyle bastırılabilmişti.”(syf 42-43) Böyle bir olay paylaşan yazar bu olayın hemen altındaki  paragrafta da bir eleştiri yazısı üzerine talebelerin şeyhülislamlığa başvurarak eleştiri yapan kişiyi özür dilemek zorunda bıraktılarını da anlatmış ve eklemiştir: “… Bu durum medrese talebeleri ve hocalarının kendilerine haksız bir şekilde yapılan eleştirilere karşı ne kadar hassas olduklarını göstermektedir.”(syf 43) Yazarın son yazdığından benim anladığım talebelerin haklı olduğudur. Fakat hakikat öyle görünmemektedir. -Hepsi olmasa da- talebelerin bir kısmı zorbaca davranmıştır. Yazarın bu zorbalığı sanki över gibi bir üslupla anlatması ise tarafsızlığına gölge düşürmektedir.

Akgündüz Hoca’mızın ikinci bölümdeki ana başlığı ise “Medreselerin İlmi ve Fikri Yapısı”dır. Bu bölümde ele alınan meselelerden bir tanesi; medreselerde matematik vs. gibi derslerin okutulmadığı iddiasının gerçeği tam yansıtmadığı; medreselerin bazılarında bu derslerin okutulduğu ve hatta medreselerden müsbet ilimlerde de uzman kişilerin yetişmiş olduğudur. Bu bölümdeki başka bir dikkat çekici  husus ise medreselerde Arapça eğitimi verildiği halde(hatta en temel eğitim, Arapça) yetişen alimlerin Arapça konuşamadığı ve  okuduğunu anlayamadığıdır. Hoca bu iddiayı doğru kabul eder; fakat der ki: “Günümüzde modern eğitim veren imam hatipler ve hatta ilahiyat fakültelerinde okuyan öğrenciler de Arapça eğitimi aldıkları halde ne konuşabilmektedirler ne de okuduklarını anlayabilirler.” Yazarın bu konudaki başka bir savunması da Osmanlı’da öğretilen Arapça’nın bazı temel kitapları anlamak için olduğu ve bu işlevini de yerine getirdiğidir.

Okutulan dersler kısmında dikkatimi çeken bir başka taraf ise Osmanlı medreselerinde işlenen eserler çoğunlukla (belki hepsi) şerh ve haşiye kitaplarıdır. Bu biraz bana “Tavşanın suyunun suyu” fıkrasını hatırlattı. Sizce de öyle değil mi?

Üçüncü bölüm ise “modern” okullar olan mekteplerle medreselerin kıyaslandığı bölümdür. Hoca’nın bu bölümde en çok üstünde durduğu hususlardan bir tanesi, yaygın kanaatin aksine,  medrese-mektep arasında bir sürtüşmenin olmadığıdır. Akgündüz Hoca’ya göre; zaten böyle bir sürtüşme olamazdı çünkü modern okullarda okutulan dersler neredeyse medreselerle aynıydı. Mekteplerin hocaları çoğunlukla medreseden geçen hocalardı. Mekteplerde kullanılan metodlar medreselerdeki metodlarla neredeyse tıpatıp aynıydı. Hatta bazı medreseler sonradan mektebe çevrilmişti ki; yani mekteplerle medreselerin mekanları da aynıydı.

İşte burada kitapta çelişkili gelen bir pasaj vardır ki; benim kafamı epey karıştırmıştır. 128. sayfada Akgündüz, mektepler açmak yerine yapılmış olması gerekenin medreselerin ıslah edilmesi olduğunu savunur. Lakin 124. sayfada medreseye felsefe dersi koymaya çalışan II. Abdülhamid’in karşılaştığı sert tepki nedeniyle dersin adını “hikmet” olarak değiştirdiğini, 99. sayfada da halkın tepkisinden çekinen devlet ricalinin medreseye dokunamadığını yazarımız yine kendisi bize aktarır. Buradan çıkan sonuç; “o konjonktürde medreselerin ıslah edilmesinin mümkün olmadığı” değil midir?

Murat Akgündüz Hoca, kitabının “Sonuç” kısmında ise kitabı fevkalade özetler.

Hasıl-ı kelam; Osmanlı’da eğitim, Tanzimat Dönemi eğitimi, medreseler vs. gibi konulara ilgiliyseniz okuduğunuzda asla pişman olmayacağınız bomba gibi bir eseri sizlere takdim etmekten onur duyarım, efendim.

 

Bu yazı toplam 1987 defa okunmuştur
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları

İMSAKGÜNEŞÖĞLEİKİNDİAKŞAMYATSI
04:2205:4411:4514:5817:3418:49

Tüm Hakları Saklıdır © 2013 Eğitimle Diriliş | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.