Hırs ve Çekememezlik ‘Adamı İstikametten Eder’ / Köşe Yazısı - Bilal AKGÜL

1.03.2017 07:09:37
Bilal AKGÜL

Bilal AKGÜL

 Hırs ve Çekememezlik ‘Adamı İstikametten  Eder’

Bireysel ve toplumsal rüştün önündeki engelleri bilmek hem teşhis hem de çözüm açısından önemli bir etki yaratacaktır. Bu konuda en önemli istifade alanlarından biri Kur’an’ı Kerim kıssaları iken diğeri Peygamber Efendimizin yaşadığı dönemdir. İman-küfür arasında meydana gelen olayların temel kaynaklarımızdan hareketle sosyolojik ve psikolojik tahlilinin yapılması, günümüzde yaşanan bazı sorunlarla ilgili ufuk oluşturması açısından elzemdir.

Bu yazımızda özellikle Efendimiz döneminde yaşanan bazı olayları hırs ve çekememezlik ekseninde ele alacak, günümüz ıslah çalışmalarının önündeki engelleri bu çerçevede değerlendirmeye çalışacağız.

Konuyla ilgili ilk tartışma götürmez mevzu, Hz Âdem’in yaratılması ile ilgili geçen kıssadır. ”Hani meleklere, ”Âdem’e secde edin” dedik de İblis’ten başka (diğerlerinin tümü)secde ettiler. O ise, dayattı ve kibirlendi ve kâfirlerden oldu (Bakara 34). İblis, hırs ve çekememezliğinin kaynağı olarak Âdem(a.s)in topraktan, kendisinin ateşten yaratılmasını göstermiştir. Hz Âdem’in çocukları Habil ve Kabil arasında meydana gelen kıssa da bir tarafın takva, samimiyet ve Allah’a itaat üzerine kurulan teslimiyeti görülürken, karşı tarafta ise heva ve hevesin dayattığı hırs ve kibrin kardeş katline varan istikamet sapmasını görüyoruz.

Kişisel hırs ve çekememezlikle ilgili üzerinde durulabilecek önemli örneklerden biri Ümeyye bin Ebu’s Salt’tır. Ümeyye bin Ebu’s Salt, Taif bölgesinde yaşayan döneminin ünlü bir şairidir. O, zamanında olduğu gibi sonraki dönemlerde de etkisini sürdüren ve şiirlerinin merkezinde tevhid inancı olan bir şairdi. Bu özelliği ile zamanının putperestleriyle ay(kı)rı düşen, yer yer fikri tartışmada bulunan birisi idi. Ahiret inancı olan ve toplumun gidişatından rahatsız olan Ümeyye bin Ebu’s Salt, bu olumsuz gidişata son verecek bir peygamberin geleceğine, bu inancının da yakın gelecekte gerçekleşeceğine inanıyordu.

İlginç olan ise tüm bu olumlu özelliklere rağmen bırakın Müslüman olmayı, Peygamber Efendimize düşmanlık eden, putperestlere yardım eden birisi olması…

“Bütün bu özelliklerinin yanı sıra, bütün hayatını etkileyen ve Resulullah’ın karşısında, putperestlerin yanında yer almasına neden olan bir özelliği daha vardı. O, dünyanın içinde debelendiği olumsuz şartlardan dolayı gelmesinin zorunluluğu ve yakınlığı konusunda kuşku duymadığı ilahi elçinin (peygamberin) kendisi olacağını umuyordu. Ancak Allah’ın elçisi olma umut ve hayalleri, bir ümmi olan ve kendisi gibi bir umut ve beklentisi olmayan Muhammed b Abdullah’ın elçi olmasıyla alt üst oldu. Çok derin bir hayal kırıklığına uğradı. Haset duyguları kabardı. Hayal kırıklığının etkisi ile şiirlerinde savunduğu inançlarına rağmen, Resule düşman oldu; bunun yanı sıra şiirlerinde reddettiği inançların mensupları olan putperestlerin yanında yer almayı tercih etti. Üstelik bunu yaparken inançlarından uzaklaşmış da değildi. O’nun bu çelişkisini Resulullah; ”Ümeyye’nin şiiri iman etti, ama kalbi yalanladı” diye açıklar.

Ümeyye‘nin bizzat kendisi ise şu sözleri ile durumunu ve düşmanlığının gerekçesini ifade etmiştir: ”Bu hastalığın beni öldüreceği muhakkak. Ben hanif dininin doğru olduğunu biliyorum. Ama Muhammed’e karşı içimdeki kin, Müslüman olmama engel oluyor.”(Hz Muhammed’in (s.a.s) Hayatı ve İslam Daveti, Celalettin Vatandaş, Pınar Yayınları)

Kimi sahabi Ümeyye bin Ebu’s Salt’ın Kur’an‘dan haberdar olduğunu ve şiirlerini yazarken bu etkinin bariz şekilde görüldüğünü ifade eder. Öğrendiği vahyin O’nun tevhid inancını ciddi manada etkilediği dile getirilir. Buradan trajik ve ibretamiz bir sonuç çıkıyor: Ümeyye bin Ebu’s Salt, Kur’an’ı bilmesine, Resulullah’ın söylediklerine yakınlık hissetmesine rağmen iman etmiyor, yanı sıra küfürle birlikte olmaktan imtina etmiyor. Gerekçe: Hırs ve çekememezlik.

Kabile, aile, ırk, coğrafya faktörü kimi zaman kişilerdeki hırs ve çekememezliğin nedeni olabilmekte, geçmişin köhnemiş düşüncelerini, asabiyesini merkeze alan insanların hastalıklarının depreşmesine neden olabilmekte, imanın olgunlaşmasının, kâmilleşmesinin önünde barikat oluşturabilmektedir.

Amr bin Hişam’ın, namı diğer Ebu Cehil’in iman etmesinin önündeki engellere baktığımızda ileri sürdüğü argümanlar bizim üzerinde ciddi manada tefekkür etmemiz gereken bir özelliğe sahiptir.

“Resulullah’ın şahsında Müslümanlara ve İslam’a yönelik ilk fiili tepkinin faili olan Ebu Cehil’in davranışlarında, büyük oranda, geleneksel kabile rekabetinin etkisi vardır. Mahzum soyuna mensup olan Ebu Cehil veya aynı soya mensup olan ve “Ben Kureyş’in büyüğü ve efendisi olduğum halde peygamberlik bana değilde sana verildi öyle mi? diyen Velid bin Muğire’nin söz ve tutumlarında geleneksel rekabetin etkisi her zaman güçlü şekilde görülmüştür. Peygambere niçin düşmanlık yaptığı sorulduğunda, Ebu Cehil’in söyledikleri, tüm açıklamalarımızın özeti olacak şekilde, şunlar olmuştur: ”Bizler Abdümenaf soyu ile şan ve şeref hususunda yarışıp durduk. Onlar yemek yedirdiler, biz de yedirdik. Onlar çeşitli görevler üstlendiler, biz de üstlendik. Onlar verdi, iyilik etti, biz de verdik ve iyilik ettik. Develer üzerinde karşılıklı diz çöküp yarışanlar gibi yarışıp durduk. Şimdi onlar ”Gökten kendisine vahiy gelen bir peygamberimiz var” diyorlar. Biz bunu nasıl kabul ederiz? Onların bu çıkışlarına nasıl bir karşılık verebiliriz? Vallahi biz, O’na asla inanmayacağız; O’nu asla tasdik etmeyeceğiz. Yapabileceğimiz tek şey budur. Abdümenaf soyuna itaat etmemiz olacak şey değil?

Konuyla ilgili bir başka rivayette, Kureyş’e mensup olmayan bir Arab’ın sözlerinde şu şekilde ifadesini bulmuştur: ”Vallahi ben Muhammed’in söylediklerinin hak olduğunu biliyorum. Bu konuda herhangi bir şüphem yok. Fakat Kureyşliler “Hicabet bizde olsun” dediler. ”Peki” dedik. ”Nedve bizde olsun” dediler .”Peki” dedik. ”Liva bizde olsun” dediler. ”Peki” dedik. ”Sikaye bizde olsun” dediler. ”Peki” dedik. Şimdi ise “Peygamber bizden” diyorlar. Hayır, vallahi yapamam; onların adamına kesinlikle bağlanamam.” (Hz Muhammed’in (s.a.s) Hayatı ve İslam Daveti, C.Vatandaş, Pınar Y.)

Hakikat talebesinin yukarıda ifade edilen örnekleri kendi gerçekliğine göre değerlendirip çıkarımlarda bulunması gerekmez mi? Mesela, Efendimizin Ümeyye bin Ebu’s Salt ile ilgili ifade ettiği “Şiiri iman etti; ama kalbi yalanladı” ifadesini davranışlarımızı değerlendirirken kalbin iman etmesi; fakat bazı davranışlarımızın bu imandan nasiplenmeyebileceği olarak yorumlamak aykırı mı olur? Ya da soy-sopu veya ekonomik durumu liyakatin-ehliyetin temel bir şartı olarak görmekle, Amr bin Hişam’ın iman etmesini engelleyen hususlar, nitelik olarak çok mu farklı?

Hakikat talebesi için şu olay hikmetlerle doludur: Hz. Peygamber, Mayıs 632’de Suriye bölgesine göndermek üzere Üsâme b. Zeyd kumandasında bir ordu hazırladı. Hz. Ebû Bekir ile Ömer gibi önde gelen sahâbîleri de onun emrine verdi. Üsâme, Medine’nin dışında Curf denilen yerde karargâhını kurdu. Bu arada Resûl-i Ekrem’in hastalığı şiddetlendi. Bazıları Resûlullah’ın, Hz. Ebû Bekir ile Hz. Ömer gibi sahâbîlerin bulunduğu bir orduya âzatlı bir kölenin genç ve tecrübesiz oğlunu kumandan tayin etmesini eleştirmeye başlamıştı. Bunu duyan Hz. Peygamber mescide gitti; Zeyd b. Hârise’yi Mûte Savaşı için kumandan tayin ettiği günleri hatırlatarak, “Daha önce onun babasını kumandan tayin etmeme de karşı çıkmıştınız. Babası kumandanlığa nasıl lâyıksa oğlu da lâyıktır” diyerek itirazların yersizliğini belirtti (islamansiklopedisi. info). Bu olayın konumuzla direk ilgisi tartışmalı olmakla birlikte, görevi sorgulama sürecinin hırs ve çekememezliğe kapı aralaması riski yüksek görünüyor.

Hırs ve çekememezlik, iman eden bir Müslüman için salt bir ahlaki ve karakter problemi yaratmaz, tevhid bilincinin kavileşmesinin de önünde bir barikat oluşturur. Bugün Müslümanlar arasında ayrıştırıcı, bilgi ve hikmetten uzak faktörlerin merkeze konulmasına bir de bu açıdan bakmak gerekir. Tevhid bilinci, Müslüman’a itikadi ve imani boyutta hırs, çekememezlik gibi hastalıkların bulaşmasını engellerken, tevhid bilincine bağlı olarak ümmet bilincinin de, aynı hastalıkların sosyal ve siyasal boyutla bulaşmasına mani olacağı kanaatindeyim.

Celalettin Vatandaş, tevhid bilincinin davranışta somutlaştığı ibadetlerin en önemlisi olarak namazı görür. O’na göre ‘namaz, Allah’ı tevhid etmenin eyleme dönüşmüş biçimini temsil etmektedir. Yine namaz, bütün özellikleriyle tevhid hakikatinin davranışlara, duygu ve düşüncelere yansıyan boyutu olarak anlam kazanmaktadır.’

“Vahyin tebliği ve beyanı ile görevli olan Resulullah; ”Gereği gibi namaz kılmayanların” umduklarına erişemeyeceklerini ve hatta daha da önemlisi, Allah ile aralarının açılacağına dikkat çekmiştir. ”Kim namaz kılar da, namazı nedeniyle gizli veya açık günahlardan uzak durmazsa, o namazıyla Allah’tan uzaklaşmaktan başka bir şey yapmış olmaz” demiştir. Bu hatırlatma ve uyarılarla, müminlere hem yanlışa düşmemeleri ve namazlarını olması gereken işleviyle kılmaları (ikame etmeleri gerektiği), hem de mü’min görünen ama aslında imanları zayıf olan veya imanla ilgisi olmayanların tanınmasında namazın bir ölçü olduğu bildirilmiştir. Namazı alışılagelen bir dizi hareketlere dönüştürmenin bir fayda sağlamayacağı açıklanmıştır. Gerçek Mü’min “Namazı gereği üzere ikame eden kimse (Enfal 5) olarak tanımlanmıştır.” (Hz Muhammed’in (s.a.s) Hayatı ve İslam Daveti, C.Vatandaş, Pınar Y.)

Namaz konusuna paralel olarak mü’minin tüm ibadetlerinde ihlası merkeze koyması, saldırılarına maruz kaldığı şeytanın vesveselerinin, hırsın, çekememezliğin kişiyi kuşatmasına, kontrolü altına almasına engel olacaktır.

Ümmet bilinci ile ilgili olarak Şehid İsmail Raci Faruki’nin Tevhid adlı eserindeki ifadeleri çarpıcıdır. O’na göre ümmetin üyesi olarak her Müslüman, mecburi asker değil, yeryüzünde mutlak iradenin gerçekleşmesini sağlamak için sürekli faaliyet halinde, hayat boyu bir gönüllüdür.

Faruki, ümmetin sınırlarını çizerken bir soy, coğrafya ve dil ile sınırlandırılamayacağını; çünkü bunların her şeyden önce insan iradesinin dışında belirlendiğini ifade eder. ”Ümmet... dini ve ahlaki bir kardeşlik olarak insanların hür iradeleri ile “hem bu dünyada hem de ahirette kurtuluşlarını” elde etmek için gerçekleştirdikleri bütünlüktür” der. ”İnsan bunları bir talihin eseri olarak değil, kendi seçimi ve katılımı ile elde edecektir. Ümmet, tabiatı gereği bir cemaat değil, irade ve tercihle oluşturulmuş bir cemaat, bir toplumdur.(İ.Raci Faruki, Tevhid, İnsanY)

Peygamber Efendimiz’in şu ifadeleri hırs ve çekememezliğe dava olacak özelliktedir: ”Hiç biriniz kendi nefsi için arzu ettiğini kardeşi için de arzu etmedikçe iman etmiş olmaz”. Vatandaş’a göre bu durum bir zorunluluğu dile getiren bir uyarıydı. İmanın tam olmasının ya da kâmil bir imana sahip olmasının olmazsa olmaz şartı.

Hucurat Suresinin tefsirinde Şehid Seyyid Kutub, Müslüman ümmetinin sisteminde temel bir ilke olarak yeryüzünde tek önderliğe yönelmek olduğunu ifade eder. Bu ilkeye göre hareket eden kişinin süfli, beşeri, suni, coğrafi, kavmi kaygıları hayat ilkesi olarak belirlemesi, bir hayat düsturu olarak görmesi mümkün değildir.

Kavmiyetçi kesimin, hangi ırktan olursa olsun, kendine düşman olarak İslam’ı, özelde ümmetçiliği seçmesi bu anlamda dikkate değerdir. Kavmiyetçilerin Hucurat Suresi 10. ayette geçen “Mü’minler ancak kardeştir” ayetine yaklaşımlarının sorunlu olduğu, ayetin sosyal ve siyasal hayatta uygulanmasına mesafeli davrandıkları görülmektedir. İşte bu, tamda yukarıda örneğini verdiğimiz Peygamber Efendimizin dönemindeki asabiye refleksine paralellik arz etmez mi?

Hâkim seküler medeniyetin oluşturduğu-dayattığı hayat tarzı birçoğumuzu da etkilemiş, tüketim kültürünün esiri haline getirmiştir. Tüketim kültürünün belirgin sacayaklarından biri dünyevi hırs ve çekememezliktir. Kendi medeniyetinin oluşturduğu birikimi ve tecrübeyi merkeze alan bir yaklaşımın, davranışın ancak şeytan ve dostlarının tuzaklarını bertaraf etmesi beklenebilir. Aksi durum muhal olan durumun kötüleşerek devam etmesidir.

Hırs ve çekememezlik, Allah’ın sınırlarını çiğneme hususundaki uyarılara bigâne kalmanın, (Kur’an’da bazı fiillerle ilgili “yapmayın” yerine “yaklaşmayın” ibaresinin kullanılmasını hatırlayın) yanlışta, heva hevese tabi olmada ısrarcı olmanın doğurduğu bir fiil, bir davranıştır.

Sonuç olarak; yüzyıllar boyunca medeniyetimizin erdemli bir dünya inşaa etmesinin önündeki temel etkenlerden birisi, batılın ayak oyunlarının yanında, içimizdeki hırs ve çekememezlik olduğunu düşünenlerdenim. Endülüs’ün düşmesi, Moğolların yakıp yıkması, Osmanlı’nın yıkılması gibi ümmetin belini kıran süreçlerin hepsinde, içteki çekişmelerin, hırsın, kıskançlığın etkisi barizdir. Bu durum günümüzde de çok farklı değil.

Rabbim kıskançlıktan, hasetten, çekememezlikten uzak kılsın. Amin

Bu yazı toplam 10310 defa okunmuştur
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları

İMSAKGÜNEŞÖĞLEİKİNDİAKŞAMYATSI
04:2205:4411:4514:5817:3418:49

Tüm Hakları Saklıdır © 2013 Eğitimle Diriliş | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.