KARANLIK BİR GÜNDÜZE UYANIRKEN / Köşe Yazısı - Ahmet BELLİBAŞ

27.10.2023 18:35:08
KARANLIK BİR GÜNDÜZE UYANIRKEN / Köşe Yazısı - Ahmet BELLİBAŞ
KARANLIK BİR GÜNDÜZE UYANIRKEN / Köşe Yazısı - Ahmet BELLİBAŞ

 KARANLIK BİR GÜNDÜZE UYANIRKEN

 


Bediüzzaman, Lem’alar adlı kitabının 2. Lem’a bölümünde Hz. Yunus’un kıssasını işler. Kıssa hepimizin malumu… Hz. Yunus, karanlık ve fırtınalı bir gecede denize atılmış ve bir balık tarafından yutulmuş. Fırtınalı bir denizin içinde, göz gözü görmeyecek bir karanlıkta ve balığın karnında… Müthiş tehlikeli bir vaziyette iken Hz. Yunus, Rabbine yakarır. Rabbi, samimi duası karşılığında onu sağ salim kıyıya çıkarmıştır. Kıssanın bu kısmına kadar her şey bildiğimiz gibi… Bediüzzaman bu noktadan sonra hadisenin günümüz insanına verdiği mesajın ne olduğu üzerinde durur. Günümüz insanının mevcut halinin Hz. Yunus’un o vaziyetinden bin kat daha tehlikeli olduğuna dikkat çeker. Bunu söylerken de insan için geleceğin (imani bir nazarla bakmadığı takdirde) Hz. Yunus’un gecesinden çok daha karanlık olduğunun altını çizer.
Bu bölümü daha önce defalarca okumama rağmen insan için geleceğin neden karanlık olduğunu tam olarak anlayamamıştım. Çünkü gelecek ile ilgili çok net planlarım vardı ve bunlar ayan beyan belliydi. Çocukluğumdan, gençliğime, oradan meslek sahibi olmama ve daha sonra emekli olmaya kadar bütün hayat basamaklarım netti. Bu planlar bir bir gerçekleşecekti. Zihnimde her şeyi kurguladığım için ömrümün kalan kısımlarıyla ilgili her şey bir plan dâhilindeydi. Dolayısıyla her şey aydınlıktı. Ortada karanlık veya belirsiz olan bir şey yok gibiydi. Ta ki o malum geceye kadar!
5 Şubat’ı 6 Şubat’a bağlayan gece başımı yastığa koyup uyumaya çalışırken bile kafamda gelecek ile ilgili birçok tasarı vardı. Yarın yapacaklarım, okul ile ilgili planlarım vs. onlarca şeyi kafamda kurguluyordum, birkaç saat sonra başımıza geleceklerden habersiz bir şekilde. Ve güç de olsa uykuya dalmışım. Derken büyük bir sarsıntıyla uyanmaya başladım. Ne olduğunu anlamadan kendimizi bir köşeye attık. Koltuğun kenarında uzanıp depremin geçmesini beklediğimiz süreçte zaman mevhumu anlamını çoktan yitirmişti bile. Geçmek bilmeyen zaman ve ona eşlik eden sarsıntılar, durmak bilmeyen sarsıntılar… Ömrümün en uzun saniyelerini yaşıyordum. Aklımda oturduğumuz binanın ne zaman yıkılacağı dışında bir düşünce ve dilimde kelime-i şahadetten başka bir söz kalmamıştı. Ölümün sıcak nefesini ensemde hissetmeye başlamıştım. Bereket versin ki deprem bittiğinde hala hayattaydık ve binamız o sarsıntıya dayanmıştı.
Alelacele aşağı indiğimizde aşağısı tam bir mahşer yeriydi. Herkes telaş içinde bir yerlere koşturuyordu. İçinde bulunduğu şoktan çıkanlar, telefona sarılıp sevdiklerine ulaşmaya çalışıyor; ulaşamayanlar ise apar topar tanıdıklarının evlerine koşuyorlardı. Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur, kemiklerimize kadar işleyen soğuk ve devam eden yer sarsıntıları… Yağmurdan korunmak için bina diplerine sığınmaya çalışırken, devam eden artçılar sebebiyle binaların yıkılma ihtimalinden korkuyla yollara atıyorduk kendimizi. Kaçacak pek bir yerimiz kalmamıştı. Ne kadar aciz olduğumuz o kadar iyi anlaşılıyordu ki!
Gün ağarıp vaziyet anlaşılınca tüm düşüncelerimiz ve gelecek ile ilgili tasarılarımız çoktan ağır hasarlı hale gelmiş, hatta yıkılmış ve enkazları kaldırılmış gibiydi. Kafamda gelecek adına hiçbir şey yoktu. Gelecek kapkaranlık bir haldeydi. Ancak o zaman anlayabildim gelecek ile ilgili karanlığı… O deprem sabahı Hz Yunus’un gecesinden yüz kat daha karanlıkla karşı karşıyaydım. Sadece ben mi? Hayır, o anı yaşayan herkes için durum böyleydi. Hiç kimse değil yarını, bir dakika sonrasını dahi planlayamıyordu. Her şeyde bir belirsizlik hâkimdi. Herkes kendisini zamanın bir esiri gibi görüyordu. Önceki günden kalan “zamana hükmediyorum” vehmi düşüncesi, “zamanın bir mahkûmuyum” hakikatine evrilmişti.
Zaman bir yandan geçmek bilmezken öbür taraftan -biz farkına varmadan- su gibi akıp gidiyordu. Gün boyu oradan oraya, o enkazdan bu enkaza koşturup hadiselerin ağırlığı altında ezilirken; günün sonunda avucumuza koca bir belirsizlik bırakan zaman, yine yapacağını yapıyordu.
Gelecek kavramı çoktan anlamını yitirmişti. Zihinlerde aniden “geçmiş” belirmeye başlıyordu. Zihnimizin “gelecekten” boşalan uçsuz bucaksız boşluğunda, “geçmiş” mülahazaları hoyratça at koşturuyordu. “Gelecek” ne kadar karanlıktıysa “geçmiş” de bir o kadar aydınlıktı. Hani ölüm ile burun buruna geldiğinizde geçmişiniz bir film şeridi gibi gözlerinizin önünden geçer ya... İşte tam olarak bunu yaşıyorduk. Depremin sarsıntılarından sağ bir şekilde kurtulmuşken kendimizi zamanın ölüm kokan yüzüyle karşı karşıya bulmuştuk. Geleceğe dair her şey karanlıkken ancak geçmişten bir teselli bulabilmek ümidiyle geçmişe yönelmiştik. Oysa geçmiş tüm aydınlığına rağmen bir teselliden çok bir ızdırap veriyordu. Çünkü geçmiş aydınlandıkça siyah beyaz televizyonlardan izlediğimiz hatalarımız, yanlışlarımız ve günahlarımız ultra-HD görüntülerle görünmeye başlıyordu. Açık seçik bir şekilde görebiliyorduk eksikliklerimizi…
Belki de fazlalıklarımızı… Evlere tıkıştırdığımız gerekli gereksiz eşyalarımızın fazlalıklarını… Biriktirdiğimiz onca maddi şeyin anlamsızlığını… Süslendire süslendire saraylara benzettiğimiz evlerimizin vaziyetini… Yiyebileceğimizden çok daha fazlasını -fiyatları artar düşüncesiyle- stokladığımız yiyeceklerimizin telef oluşunu… Bu da bir gün gerekebilir diye doldurduğumuz kilerlerimizi, gardıroplarımızı… Daha niceleri gözlerimizin önüne gelmeye başladı. Uğrunda zamanımızı heba ettiğimiz onca şeyin anlamsızlığı karşısında ne kadar komik duruma düştüğümüzü çıplak gözlerle görme şansını yakalamıştık.
Oysa 4+1 evlere sığmazken eski bir köy evine onlarca kişi sığmaya başladık. Bir çadır bulabilmek için sahip olduğumuz her şeyi verebilecek duruma geldik. Çeşit çeşit alıp giymediğimiz kıyafetlerin, her kıyafet için farklı renk ve tarzda uydurmaya çalıştığımız ayakkabıların gerçek işlevinin bizi soğuktan korumak olduğunu anladık. Yemek yemenin sadece bir fiziksel ihtiyaç olduğunu ve bunun çok küçük miktarlarla da karşılanabileceğini ancak depremden çok uzun zaman sonra bulabildiğimiz bir parça kuru ekmekle fark ettik. Paranın ise yenilebilir bir şey olmadığını acı bir şekilde tecrübe ettik. Eğer Rabbimiz vermeseydi, bir bardak su ve bir lokma ekmek için tüm servetimizi harcamanın beyhude olduğuna yakinen şahit olduk.
Her şerde bir hayır olduğu hakikati mucibince, bizce şer görünen bu felaketin bize zihinsel bir dönüşüm yaşama fırsatı vereceği ve yaşadığımız karanlığın daha aydınlığa çıkmamıza vesile olacağı ümidiyle Cenab-ı Hak bir daha böyle bir felaketi kimseye yaşatmamasını niyaz ederek sözlerime son vermek istiyorum.

 



Bu haber toplam 584 defa okunmuştur
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler

İMSAKGÜNEŞÖĞLEİKİNDİAKŞAMYATSI
04:2205:4411:4514:5817:3418:49

Tüm Hakları Saklıdır © 2013 Eğitimle Diriliş | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.