DİJİTAL EMPERYALİZMİN YÜKSELİŞİ VE İNSANLIĞIN KRİZİ-2- MEHMET CAN HALLAÇ

23.05.2025 14:33:14
DİJİTAL EMPERYALİZMİN YÜKSELİŞİ VE İNSANLIĞIN KRİZİ-2- MEHMET CAN HALLAÇ

 Mehmet Can HALLAÇ 

1. YAZININ DEVAMI

 

V - Dijital Emperyalizm ve Seçim Manipülasyonu

 
Dijitalleşmenin küresel ölçekte hız kazanmasıyla birlikte bilgi teknolojileri, yalnızca iletişim araçlarını dönüştürmekle kalmamış, aynı zamanda siyasal süreçlerin doğasını da derin biçimde etkilemiştir. Bugün seçim kampanyaları, büyük veri (big data), algoritmalar, sosyal medya manipülasyonları ve psikografik hedefleme gibi dijital stratejiler aracılığıyla yürütülmektedir. Bu dönüşüm, demokratik katılımın güçlendirilmesinden çok, seçmen davranışının yönlendirilmesi, hatta manipüle edilmesi gibi etik ve hukuki tartışmaları beraberinde getirmiştir. Bu bağlamda, 2016 ABD başkanlık seçimlerinde patlak veren Cambridge Analytica skandalı, dijital araçların seçimlere müdahale gücünü somut biçimde ortaya koymuştur.
 
Söz konusu dijital müdahale biçimleri yalnızca Batı ile sınırlı kalmamış; Hindistan'dan Güney Amerika ülkelerine, hatta Türkiye'ye kadar birçok coğrafyada, yerel seçim süreçleri benzer yöntemlerle etkilenmiştir. Hindistan’da etnik ve dinsel duyarlılıklar, Güney Amerika’da popülist yönelimler ve sosyal eşitsizlikler, Türkiye’de ise politik kutuplaşma ve ideolojik hassasiyetler dijital propaganda içerikleriyle hedeflenmiştir. Bu vakalar, dijital alanın küresel bir hegemonya aracına dönüşmeye başladığını ve özellikle demokratik altyapısı kırılgan ülkelerde dijital emperyalizmin ciddi bir tehdit haline geldiğini göstermektedir.
 
Bu makalede, dijital platformlar aracılığıyla uygulanan seçim manipülasyonları, psikografik mikro hedefleme teknikleri, küresel teknoloji tekellerinin rolü ve bu durumun ulusal egemenlik üzerindeki etkileri derinlemesine ele alınacaktır. Dijital çağda demokrasiyi savunmanın, artık yalnızca fiziksel sandık güvenliğiyle değil, aynı zamanda dijital ağlardaki veri güvenliği ve etik normlarla da mümkün olduğu vurgulanacaktır.
 
Dijital çağda sosyal medya platformları ve yapay zekâ destekli algoritmalar, seçim süreçlerinde yeni bir güç dinamiği yaratmıştır. Bu durum, küresel ölçekte bir dijital emperyalizm olgusuna işaret eder; yani belirli aktörlerin veya ülkelerin çevrimiçi bilgi akışını kontrol ederek başka toplumların siyasi tercihlerini etkilemesi. Aşağıda, farklı örnekler ve bölgeler üzerinden dijital emperyalizmin seçimleri nasıl manipüle edebildiği incelenmektedir. Ayrıca, Facebook, Twitter (X), TikTok, Google gibi platformların algı yönetimindeki rolü, mikro-hedefleme ve dezenformasyon ağları ile deepfake içeriklerin yarattığı riskler ele alınmakta; 
 
Cambridge Analytica Skandalı: Psikografik Mikro Hedefleme, Seçmen Davranışı ve Dijital Emperyalizm
 
2016 ABD başkanlık seçimleri, sosyal medya verilerinin siyasi amaçlarla kullanımında bir dönüm noktası olarak görülmektedir. Bu seçim kampanyasında Donald Trump’ın danışmanlığını üstlenen Cambridge Analytica adlı veri analiz şirketi, Facebook üzerinden topladığı devasa miktarda kişisel veriyi kullanarak seçmenlere psikografik mikro hedefleme yöntemiyle ulaştığını iddia etmiştir. Psikografik mikro hedefleme, bireylerin psikolojik özelliklerine (kişilik, motivasyonlar, korkular vb.) dayalı olarak özelleştirilmiş siyasi mesajlar tasarlayıp iletmeyi amaçlar. Bu makalede Cambridge Analytica’nın 2016 seçimlerinde uyguladığı psikografik hedefleme taktiklerinin teknik altyapısı, bilimsel dayanakları ve seçmen davranışı üzerindeki etkileri derinlemesine incelenecektir. Ayrıca, 2018’de patlak veren Cambridge Analytica skandalının ifşası ve sonrasında Facebook ile şirket yöneticilerine yönelik hukuki/siyasi yaptırımlar kronolojik olarak ele alınacaktır. Bu olayın dijital emperyalizm bağlamında ulusal egemenlik ve demokratik süreçlere etkileri analiz edilecek; benzer örnek olarak Brexit referandumu ile karşılaştırmalı bir değerlendirme sunulacaktır.
 
Psikografik Mikro Hedeflemenin Bilimsel Temelleri ve Yöntemleri
 
Psikografik hedefleme, seçmenleri yalnızca demografik özelliklerine göre değil, psikolojik profillerine göre segmentlere ayırma fikrine dayanır. Bu yaklaşımın temelinde, psikolojide yaygın kabul gören Beş Faktör Kişilik Modeli (OCEAN modeli) bulunmaktadır. OCEAN ölçeği, kişiliği beş temel boyutta tanımlar: Deneyime Açıklık (Openness), Sorumluluk Duygusu (Conscientiousness), Dışadönüklük (Extraversion), Uyumluluk (Agreeableness) ve Duygusal Dengesizlik ya da Nevrotiklik (Neuroticism). Bireylerin bu boyutlardaki seviyeleri, onların dünyayla etkileşim biçimini ve karar alma süreçlerini etkileyen nispeten kalıcı özelliklerdir.
 
Son yıllarda dijital izlerimiz ile bu kişilik boyutları arasındaki ilişkiyi ortaya koyan birçok araştırma yapılmıştır. Özellikle 2013 yılında Michal Kosinski ve meslektaşlarının yaptığı çığır açıcı çalışma, Facebook’ta beğenilen içerikler üzerinden insanların kişilik özelliklerinin yüksek doğrulukla tahmin edilebileceğini gösterdi. Örneğin, bu çalışma belirli sayfaları/beğenileri tercih eden kullanıcıların OCEAN profillerini istatistiksel olarak isabetli bir şekilde öngörebilen bir algoritma geliştirdi; hatta sadece Facebook beğenilerine dayanarak siyasi görüş, dini inanç, cinsel yönelim gibi hassas özelliklerin bile tahmin edilebildiği raporlandır. Bu bulgular, dijital ayak izlerimizin “davranışsal biyometrik” izler olarak kullanılabileceğini ortaya koyarak pazarlama ve siyaset dünyasının dikkatini çekti. Nitekim FTC raporlarına göre Kosinski ve arkadaşlarının Facebook beğenileriyle kişilik analizi konusundaki bu araştırması, daha sonra Cambridge Analytica’nın geliştirdiği yönteme ilham kaynağı olmuştur.
 
Cambridge Analytica, psikografik hedefleme için gerekli verileri büyük ölçüde Facebook üzerinden toplamıştır. Şirket, 2014 yılında Cambridge Üniversitesi araştırmacısı Aleksandr Kogan ile işbirliği yaparak “thisisyourdigitallife” adlı bir Facebook uygulaması geliştirdi. Bir kişilik anketi şeklindeki bu uygulamaya yüz binlerce kullanıcı bir miktar ödeme karşılığı katılmayı kabul etti ve Facebook hesap verilerine araştırma amacıyla erişilmesine onay verdi. Ancak Facebook’un o dönemdeki API politikası, uygulamaların yalnızca katılımcıların değil, aynı zamanda onların arkadaş listesindeki kullanıcıların verilerine de erişebilmesine izin veriyordu. Bu sayede Kogan’ın uygulaması, ankete katılan ~300 bin kullanıcının yanı sıra bunların milyonlarca Facebook arkadaşının da profil bilgilerini habersiz şekilde hasat etti. Toplanan veri havuzu, başlangıçta yaklaşık 50 milyon kullanıcının Facebook profilini içeriyordu (daha sonra Facebook bu sayının 87 milyona kadar çıkabileceğini açıkladı). Bu veri setinde kullanıcıların beğenileri, paylaşımları, arkadaş bağlantıları gibi detaylar mevcuttu ve Cambridge Analytica bu bilgileri kullanarak her bir bireyin OCEAN modeline göre kişilik skorlarını tahmin etmeye çalıştı. Şirket, elde ettiği “psikografik” profilleri ABD’deki seçmen kütükleri ve ticari veri tabanlarıyla eşleştirerek zenginleştirdi; Aralık 2015 itibarıyla 230 milyon Amerikan seçmeni için kişi başı 4-5 bin değişken içeren devasa bir seçimci profili veritabanı oluşturduğunu kamuoyuna duyurdu.
 
Cambridge Analytica’nın veri işleme süreci kabaca üç aşamadan oluşuyordu: (1) Eğitim veri setinin oluşturulması: Öncelikle yeterli sayıda kullanıcının hem ayrıntılı bir kişilik envanterini doldurması hem de Facebook hesap verilerini paylaşması gerekiyordu. Bu amaçla 120 soruluk standart bir psikometrik test (IPIP-NEO envanteri) uygulandı ve özellikle çevrimiçi platformlar üzerinden farklı demografilerden katılımcılar toplanarak bir “altın standart” eğitim veri seti elde edildi. Christopher Wylie’in açıklamasına göre Cambridge Analytica, bu veri toplama faaliyeti için yaklaşık $1 milyon harcama yaparak 2014 yılı içinde 50 milyonun üzerinde profil verisini ve bunlara ait kişilik testi sonuçlarını bünyesinde derledi. (2) Modelleme ve kişilik tahmini: Elde edilen veriler kullanılarak, kişilerin Facebook etkileşimleri ile psikolojik profilleri arasındaki ilişkileri öğrenen makine öğrenmesi modelleri geliştirildi. Yüz milyonlarca farklı beğeni/ilgi alanını özellik olarak içeren devasa boyutta bir matrisi işleyebilecek çeşitli algoritmalar (rastgele ormanlar, lojistik regresyon, vb. ensemble yöntemler) denendi ve en iyi sonuç veren birleşik model seçildi. Sonuçta Cambridge Analytica, birkaç yüz bin kişilik eğitim verisinden yola çıkarak ABD’deki on milyonlarca Facebook kullanıcısının (ve dolaylı olarak seçmenin) tahmini kişilik profillerini çıkardığını iddia etmiştir. (3) Mikrotargeting (hedefli reklam) aşaması: Ellerindeki profillere dayanarak, siyasi kampanya mesajları farklı psikografik segmentlere uyarlanıp Facebook üzerinden reklam olarak yayınlandı. Örneğin şirket CEO’su Alexander Nix, nevrotik (duygusal stabilitesi düşük) bireylerin evsoygunu gibi korku uyandıran temalardan etkilendiğini, buna karşın uyumluluk (agreeableness) skoru yüksek kişilerin aile değerlerini vurgulayan iletilere daha olumlu tepki verdiğini ifade etmekteydi. Dolayısıyla, kampanya ekibi örneğin aynı politik meselede farklı vurgular yapan birden fazla reklam hazırlayarak, hedef kitlenin kişilik özelliklerine göre kiminin karşısına daha sert/ürkütücü görsellerle, kiminin karşısına ise daha ılımlı/dostane temalarla çıkan içerikler yerleştirebiliyordu. Bu süreç tamamen otomatik ve ölçeklenebilir biçimde, Facebook’un reklam platformu aracılığıyla yürütülmüştür.
 
2016 ABD Seçim Kampanyasında Cambridge Analytica’nın Rolü
 
Cambridge Analytica, 2016 yılında ABD başkanlık seçimlerinde Cumhuriyetçi adayların kampanyalarında veri analitiği hizmeti vermiştir. İlk olarak 2015-16 GOP önseçimleri döneminde Ted Cruz’un ekibiyle çalışan şirket, Cruz cephesi tarafından beklenen performansı gösteremediği için eleştirilmiştir. Ancak asıl tartışma yaratan faaliyetleri, Donald Trump’ın 2016 başkanlık seçim kampanyası sırasında gerçekleşmiştir. Trump’ın dijital kampanya direktörü Brad Parscale yönetiminde Cambridge Analytica, ABD’li seçmenleri ikna etmek veya gerektiğinde caydırmak üzere onlara özel hazırlanmış binlerce farklı reklam içeriğini sosyal medya üzerinden dolaşıma sokmuştur. Araştırmalar, Trump kampanyasının 2016 genel seçim sürecinde Facebook’ta yaklaşık 4.000 farklı mikro-hedefli reklam kampanyası yürüttüğünü, her birinin demografik-psikografik olarak nispeten homojen ve küçük bir seçmen grubuna uyacak şekilde tasarlandığını ortaya koymaktadır. Bu strateji, geniş kitlelere tek bir mesaj vermek yerine “kişiselleştirilmiş propaganda” yaklaşımıyla her bir seçmen segmentine en çok etki edecek mesajın iletilmesini amaçlıyordu. Örneğin kararsız kalmış ve güvenlik kaygısı yüksek orta yaşlı seçmenlere terör ve suç imgeleriyle korku aşılayan reklamlar gösterilirken, genç ve değişime açık profillere “Amerika’yı yeniden harika yap” sloganının farklı versiyonları iletilebiliyordu. Cambridge Analytica, bu kişiselleştirilmiş içerikleri üretmek için yalnızca Facebook verilerini değil, aynı zamanda satın aldığı ticari pazarlama verilerini, kamu seçmen listelerini ve çevrimiçi davranış verilerini entegre eden bir yaklaşım benimsedi. Şirketin ifadesine göre her bir ABD seçmeni hakkında çevrimiçi ve çevrimdışı toplam 5 bine yakın veri noktası derlenmişti ve bu sayede seçmenlerin profili 360 derece çizmeye çalıştılar. Elde edilen profil bilgileri, seçim kampanyası sırasında hedef kitlelerin belirlenmesinde ve mesajların çerçevelenmesinde kullanıldı.
 
Cambridge Analytica’nın Trump kampanyasına sağladığı katkının somut örnekleri arasında, belirli bölgelerdeki kararsız seçmenlerin tespit edilip onlara uygun içeriklerin sunulması yer alır. The Guardian tarafından görülen şirket içi belgelere göre Cambridge Analytica, Facebook’tan elde ettiği psikografik verileri milyonlarca seçmen kaydıyla eşleştirerek ABD’de en az 2 milyon kişi için hem çevrimiçi profil hem de gerçek kimlik bilgilerini içeren bir veri tabanı oluşturdu. Bu veri tabanı sayesinde kampanya, oynak seçmenleri (swing voters) tespit edip onlara klasik kitlesel reklamcılıkla gözden kaçabilecek, son derece spesifik konulara odaklanan mesajlar iletmeyi başardı. Örneğin, Pennsylvania ve Ohio gibi kritik eyaletlerde ekonomik sıkıntı içindeki ve değişime açık profildeki seçmenlere Trump’ın ticaret ve istihdam vaatlerini vurgulayan reklamlara ağırlık verilirken, Florida gibi göçmen nüfusun yüksek olduğu bölgelerde göç ve sınır güvenliği temalı reklamlara bütçe ayrıldı. Cambridge Analytica bu segmentasyonu mümkün kılan “davranışsal mikro hedefleme” yöntemini kendi imzası haline getirmiş ve bu terimi ticari marka olarak da tescil ettirmiştir. Şirketin Program Geliştirme Direktörü Brittany Kaiser, CA’in kullandığı bu hedefleme yazılımının bir dönem İngiltere hükümeti tarafından “ihracı kontrol edilen ürün” kategorisinde değerlendirildiğini, yani adeta bir silah teknolojisi muamelesi gördüğünü, parlamentodaki ifadesinde belirtmiştir. Gerçekten de Cambridge Analytica yöneticileri yaptıkları sunumlarda bu yöntemi geleneksel kampanya yöntemlerine kıyasla çok daha güçlü bir propaganda aracı olarak lanse etmiş; “tam olarak ne zaman, kime, hangi mesajı göstereceğinizi bilirseniz seçim sonucunu değiştirebilirsiniz” iddiasında bulunmuşlardır.
 
Seçmen Davranışına Etkileri ve Etik Tartışmalar
 
Cambridge Analytica’nın psikografik mikro hedefleme taktiklerinin seçmen davranışını ne ölçüde etkilediği, akademik ve kamusal tartışmaların önemli bir konusudur. Bilimsel açıdan bakıldığında, kişilik odaklı mesajlaştırmanın etkisine dair bulgular karışıktır. Bir yandan, tüketici pazarlaması alanındaki deneyler belirli kişilik tiplerine uyarlanmış reklamların tıklanma ve dönüşüm oranlarında ciddi artış sağlayabildiğini göstermektedir. Örneğin 2017’de yapılan bir çalışma, kozmetik ürün reklamlarını hedef kitlenin içe dönüklük veya dışa dönüklük seviyesine göre uyarlayarak gösterdiğinde tıklama oranının %40, satışların ise %50’ye varan oranda arttığını ortaya koymuştur. Bu tür bulgular, doğru kişiye doğru mesaj verildiğinde iknanın güçlenebileceği yönündeki pazarlama teorisini desteklemektedir. Diğer yandan, siyasi alanda psikografik hedeflemenin doğrudan seçim sonuçlarını değiştirebildiğine dair kanıtlar halen sınırlıdır. Vox tarafından aktarılan bir değerlendirmede, kişilik profillemenin seçimleri etkilediğine dair güçlü bir ampirik delil olmadığı, 2016 seçimlerinde Cambridge Analytica’nın başarısının da abartılmış olabileceği belirtilmiştir. Trump’ın beklenmedik zaferinde psikografik hedeflemeden ziyade geleneksel faktörlerin (aday imajı, ekonomik konjonktür, rakip kampanyanın stratejik hataları vb.) belirleyici olduğunu savunan araştırmacılar bulunmaktadır (Hersh, 2018). Bununla birlikte, Cambridge Analytica’nın yöntemlerini bizzat uygulayanlar, bu tekniklerin seçmen algı ve davranışını perde arkasından ve fark ettirmeden şekillendirebildiğini ileri sürmektedir. Brittany Kaiser’ın ifadesiyle, psikolojik mikrohedefleme “seçmenin kendi çıkarlarına aykırı şekilde oy vermesini sağlayacak kadar güçlü bir duygu manipülasyonu” yaratabilir; zira bu teknikle hazırlanan mesajlar, bireyin rasyonel muhakemesini devre dışı bırakan korku ve öfke gibi duygularını tetiklemeyi hedefler.
 
Etik tartışmalar açısından, Cambridge Analytica’nın faaliyetleri yoğun eleştiri almıştır. Birincil etik sorun, kullanıcı verilerinin izinsiz ve uygunsuz kullanımıdır. Facebook üzerinden toplanan milyonlarca kişinin kişisel verisi, bu kişilerin açık rızası olmaksızın siyasi propaganda için işlenmiştir. Bu durum, mahremiyetin ve veri koruma ilkelerinin ihlali olarak değerlendirilmiştir. Nitekim İngiltere’nin veri koruma kurumu ICO, bu uygulamanın yasalara aykırı bir veri ihlali olduğunu tespit ederek Facebook’a azami para cezası vermiştir. İkinci önemli etik mesele, seçmenlerin bilinçdışı özelliklerini hedef alarak onları manipüle etmenin demokratik açıdan sakıncalı oluşudur. Psikografik mikrohedeflemede amaç, bir kitleyi alenen ikna etmek yerine, her bir bireyin zafiyetine yönelik örtük bir ikna/oyalama taktiği uygulamaktır. Örneğin Cambridge Analytica’nın bir diğer projesi, Karayipler’deki Trinidad ve Tobago seçimlerinde belirli bir etnik genç seçmen grubunun sandığa gitmemesini sağlamak üzere gizli bir kampanya yürütmek olmuştur. Alexander Nix’in itirafına göre CA, 2010 Trinidad seçiminde gençlere yönelik apolitik bir “Do So (Sakın Oy Verme)” viral kampanyası kurgulayarak özellikle Afrikan asıllı genç seçmenlerin oy vermekten vazgeçmesini sağlamış; böylece rakip partinin genç destekçileri sandıktan uzak tutulurken, diğer demografilerin (Hint kökenli seçmenlerin) oylarıyla istenen sonucun alınmasına yardımcı olunmuştur. Bu düzeyde bir seçmen bastırma (voter suppression) operasyonu, demokratik seçimlerin eşitlik ve adillik ilkesine aykırı bir manipülasyon olarak değerlendirilmektedir. Genel olarak bakıldığında, Cambridge Analytica’nın yöntemi propagandayı kişiye özel bir psikolojik harp tekniğine dönüştürmesi nedeniyle “seçmen iradesine karşı yapılmış bir teknoloji hamlesi” şeklinde eleştirilmiştir. Özellikle dezenformasyon veya kutuplaştırıcı mesajlar, mikro-hedefleme ile birleştiğinde gerçeklerin çarpıtılması ve seçmenin alternatif bilgiye erişiminin engellenmesi riskini doğurur. Akademik araştırmalar, sosyal medyada kişiye özel oluşturulan filtre baloncuklarının kullanıcıları yalnızca kendi görüşlerini teyit eden içeriklerle kuşattığını, farklı bakış açılarına maruz kalma olasılıklarını düşürdüğünü göstermektedir. Bu bağlamda, bir siyasi kampanya mikrohedeflenmiş mesajlarla belirli kitlelere yanıltıcı bilgiler yaydığında, genel kamuoyu ve medya bundan habersiz kalabilmektedir. Sonuçta yanlış bilgilerin düzeltilmesi zorlaşmakta ve toplum genelinde şeffaf siyasi tartışma ortamı zedelenmektedir. Uzmanlar, psikolojik operasyon niteliği taşıyan bu tür kampanya tekniklerinin demokratik süreçleri uzun vadede olumsuz etkileyebileceği, seçmenlerin seçimlere ve kurumlara güvenini sarsabileceği uyarısında bulunmaktadır. Bu etik kaygılar, Cambridge Analytica skandalının patlak vermesiyle birlikte daha da görünür hale gelmiş ve dünya genelinde dijital platformların siyasi amaçlarla kötüye kullanımını engelleye yönelik çağrıları güçlendirmiştir.
 
Cambridge Analytica Skandalının Ortaya Çıkışı (Chronoloji)
 
Cambridge Analytica’nın faaliyetleri, 2016 seçimlerinin hemen ardından bazı araştırmacı ve gazetecilerin dikkatini çekmiş olsa da, asıl skandal Mart 2018’de patlak vermiştir. Aşağıda, skandalın gelişimi kronolojik sırayla özetlenmektedir:
 
2013: Steve Bannon ve milyarder Robert Mercer’ın girişimiyle, SCL Group bünyesinde Cambridge Analytica adıyla yeni bir siyasi veri analizi şirketi kuruldu. Şirket, SCL’nin yıllara dayalı psikolojik operasyon (psy-ops) tecrübesini ABD siyasi pazarına uygulamayı hedefliyordu.
 
Haziran 2014: Cambridge Analytica, Aleksandr Kogan’ın kurduğu Global Science Research (GSR) ile bir sözleşme yaparak Facebook üzerinden geniş çaplı veri toplama projesine başladı. “thisisyourdigitallife” adlı Facebook uygulaması ile kullanıcıların kişilik testi verileri ve arkadaş ağları verileri hasat edildi.
 
Aralık 2015: The Guardian gazetesi, Cambridge Analytica’nın Facebook kullanıcı verilerini gelişi güzel topladığı ve bunun Facebook’un hizmet şartlarını ihlal ettiğini ortaya koyan ilk haberi yayımladı. Facebook, bu haber üzerine CA ve GSR ile temasa geçerek usulsüz elde edilen verilerin silinmesini talep etti; Kogan ve CA, verileri sildiklerine dair Facebook’a 2017 yılı başında güvence verdiler.
 
Kasım 2016: Donald Trump ABD başkanı seçildi. Trump kampanyasında veri analizi hizmeti sunan Cambridge Analytica, zaferden kendine pay biçerek ABD’de 220 milyon seçmeni kapsayan bir “hedefleme altyapısı” kurduğunu duyurdu. Öte yandan bazı analizler, CA’in psikografik taktiklerinin seçim sonucundaki etkisinin belirsiz olduğunu vurguladı. Aynı dönemde Birleşik Krallık’ta gerçekleşen Brexit referandumunda da Cambridge Analytica ile bağlantılı şirketlerin (örneğin AggregateIQ) Leave kampanyaları için benzer veri hedefleme faaliyetleri yürüttüğü iddia edildi.
Mart 2018: Cambridge Analytica skandalı dünyaya duyuruldu. 17 Mart’ta Observer (Guardian’ın pazar versiyonu) gazetesi ve New York Times, eski CA veri uzmanı Christopher Wylie’nin ifşaatları üzerine, Cambridge Analytica’nın Facebook’tan izinsiz topladığı verilerle 50 milyon kadar kullanıcının profilini seçimlerde kullandığını manşetten açıkladı. 19 Mart’ta İngiliz Channel 4 kanalı, CA CEO’su Alexander Nix ile yapılan gizli kamera çekimlerini yayınladı; bu videolarda Nix, Sri Lanka gibi ülkelerde müşterilerine rakip politikacıları rüşvet veya seks skandalıyla tuzağa düşürme (“honey-trap”) teklifleriyle övünüyordu. Bu gelişmeler üzerine Cambridge Analytica yönetim kurulu Nix’i derhal görevinden uzaklaştırdı. Skandal büyürken Facebook CEO’su Mark Zuckerberg günlerce sessiz kaldı ve ancak 21 Mart’ta kamuoyu önünde bir özür açıklaması yaptı.
 
23 Mart 2018: Britanya Bilgi Komiserliği Ofisi (ICO), Cambridge Analytica’nın Londra ofisine baskın yaparak sunucularını ve belgelerini incelemek üzere el koydu. Aynı hafta içinde ABD Federal Ticaret Komisyonu (FTC) da Facebook hakkında kullanıcı verilerinin kötüye kullanımı nedeniyle soruşturma başlattığını duyurdu.
 
Nisan 2018: Olay uluslararası boyuta ulaştı; 10 Nisan ve 11 Nisan’da Mark Zuckerberg ABD Kongresi’nin her iki kanadında ifade vererek senatörlerin ve temsilcilerin sorularını yanıtladı. Zuckerberg ifadesinde “Hata yaptık, sorumluluk benim” diyerek özür diledi ve Facebook platformunda üçüncü taraf uygulamaların veri erişimini kısıtlayacak önlemler alındığını açıkladı. Aynı dönemde Londra’da toplanan İngiltere Parlamentosu Dijital, Kültür, Medya ve Spor Komitesi de Cambridge Analytica’nın Brexit ve başka seçimlerdeki rolünü soruşturan oturumlar düzenledi; Christopher Wylie ve Brittany Kaiser gibi ihbarcılar Parlamento’da ifade verdi. Nix ise hakkında başlatılan ceza soruşturmasını gerekçe göstererek Parlamento’ya ifade vermeyi reddetti.
 
2 Mayıs 2018: Cambridge Analytica ve ana şirketi SCL Elections faaliyetlerine son vererek iflas sürecine girdiğini açıkladı. Şirket yaptığı basın açıklamasında “medya kuşatması altında müşterilerimizi kaybettik, işletmeyi sürdürmemiz imkânsızlaştı” diyerek kendini savundu. Ancak veri skandalıyla ilgili hukuki ve siyasi süreçler şirket kapansa da sona ermedi.
 
Ekim 2018: İngiltere ICO, Cambridge Analytica skandalı bağlamında Facebook’a £500.000 (yaklaşık $645.000) tutarında para cezası kestiğini duyurdu. Raporunda Facebook’un kullanıcı verilerini korumakta ciddi ihmal gösterdiğini, en az 1 milyon İngiliz vatandaşının verisinin CA tarafından kötüye kullanılmış olabileceğini belirtti. Bu ceza, o dönemde yürürlükte olan veri koruma yasalarının izin verdiği en yüksek tutardı (GDPR yürürlükte olsaydı cezanın milyarlarca doları bulabileceği vurgulandı).
 
Temmuz 2019: ABD’de FTC, Facebook ile vardığı anlaşma sonucunda şirketin $5 milyar tutarında rekor bir ceza ödemesini kararlaştırdı. FTC açıklamasında Facebook’un milyarlarca kullanıcıya defalarca mahremiyet taahhüdünde bulunduğu halde Cambridge Analytica gibi skandallar ile kullanıcıları aldattığını vurguladı. Aynı günlerde FTC, Cambridge Analytica şirketi hakkında da yanlış beyanlar ve hileli davranışlar nedeniyle hukuki işlem başlattı; CA’in eski CEO’su Alexander Nix ve uygulama geliştiricisi Aleksandr Kogan ile uzlaşma sağlandı. (Bu uzlaşma kapsamında Nix ve Kogan’ın bir daha benzer türden hassas verilere erişim sağlayan projelerde çalışmama taahhüdünde bulundukları bildirildi.)
 
Ekim 2020: İngiltere’de yürütülen bir soruşturma sonucunda Alexander Nix, 7 yıl boyunca herhangi bir şirkette direktör veya yönetici pozisyonunda görev yapmaktan men edildi. İngiltere Tasfiye Hizmeti’nin açıklamasına göre Nix’in Cambridge Analytica başındaki dönemde “ahlaken sorgulanabilir faaliyetlere” izin vermesi ve şirketin kara propagandaya yönelik etik dışı hizmetler sunması (rüşvet tuzakları, seçmenleri yıldırma kampanyaları, rakipleri karalama amacıyla bilgi toplama gibi) bu yaptırımın gerekçesini oluşturdu.
 
Yukarıdaki gelişmeler, Cambridge Analytica skandalının sadece tek bir şirketi değil, küresel çapta teknoloji devlerini, yasa düzenleyicileri ve demokrasi kavramını ilgilendiren boyutlara ulaştığını göstermektedir. Bir sonraki bölümde, olayın ulusal egemenlik ve demokratik süreçler bağlamında yarattığı etkiler incelenecektir.
 
Dijital Emperyalizm ve Demokrasiye Etkileri
 
Cambridge Analytica skandalı, yalnızca bir veri gizliliği sorunu değil, aynı zamanda dijital çağda ulusal egemenlik meselesi olarak da tartışılmaktadır. Dijital emperyalizm, genellikle küresel teknoloji şirketleri veya ulus-ötesi aktörlerin dijital araçlar yoluyla başka toplumlar üzerinde nüfuz kurmasını tanımlamak için kullanılan bir kavramdır. Bu bağlamda Cambridge Analytica, bazı yorumcular tarafından “modern çağın dijital sömürgeciliğinin örneği” olarak nitelendirilmiştir. Zira şirket, bir ülkedeki vatandaşların verilerini başka bir gücün amaçları için toplayıp kullanmış, yabancı bir seçim kampanyasına müdahil olmuştur. Örneğin ABD’li seçmenlerin verileri, İngiltere merkezli bir firma tarafından işlenmiş ve ABD seçimlerini etkilemek için kullanılmıştır. Bu durum, ulusal yasaların ötesinde hareket eden ticari aktörlerin demokratik sürece müdahalesi şeklinde görülebilir. Skandal üzerine değerlendirmelerde bulunan akademisyen David Carroll, Cambridge Analytica’nın faaliyetlerinin “ticari bir yabancı seçim müdahalesi” olduğunu ve bunun demokratik kurumlar için tehdit oluşturduğunu belirtmiştir. Hatta Carroll, kendi kişisel verilerini talep etmek için İngiltere’de hukuki mücadele başlatmış; ABD vatandaşı olmasına rağmen verilerinin Birleşik Krallık’ta işlemiş olması nedeniyle İngiliz veri koruma yasalarının kendisine koruma sağladığı yönünde emsal bir karar aldırmıştır. Bu örnek, dijital dünyada verinin sınır aşan doğasının ulusal egemenlik kavramını nasıl karmaşıklaştırdığını ortaya koymaktadır.
 
Dijital emperyalizm tartışması, aynı zamanda büyük sosyal medya platformlarının (Facebook gibi) küresel ölçekte siyaseti etkileme gücüyle de ilişkilidir. Cambridge Analytica vakası, Facebook’un altyapısının bir ülkenin kamuoyu mühendisliğinde nasıl araçsallaştırılabileceğini gösterdi. Birleşik Krallık’ta, Parlamento raporları Facebook ve benzeri platformları “dijital zorba tekeller” (digital gangsters) olarak tanımlayarak, bunların demokratik düzene potansiyel tehdit oluşturduğunu ifade etti. Zira bu platformlar üzerindeki veri akışı ve algoritmik yönlendirme mekanizmaları, ulusal otoritelerin denetiminin dışında kalabiliyor ve kötü niyetli aktörlerce kullanılabiliyor. Cambridge Analytica skandalı sonrasında birçok ülke, seçim kampanyalarında yabancı danışman firmaların veya veri operasyonlarının rolüne kısıtlamalar getirmeyi tartışmaya başladı. Örneğin Avrupa Birliği, 2018’de yürürlüğe giren Genel Veri Koruma Tüzüğü (GDPR) ile küresel şirketlerin veri ihlallerine ağır cezalar öngörerek benzeri skandalların tekrarını önlemeye çalıştı.
 
Cambridge Analytica olayı, bir anlamda özel sektörün bir savaş aygıtı gibi kullanılabilmesi gerçeğini de ortaya çıkardı. SCL Group geçmişte askeri psikolojik harekât projelerinde yer almış bir kuruluştu; bu know-how’ı siyasi kampanyalarda kullanmak üzere Cambridge Analytica’yı kurdular. Steve Bannon, bu girişimi planlarken “kültür savaşı” konseptinden bahsediyor ve “bilgi silahları cephaneliği” kurmak istediğini söylüyordu. Sonuç olarak CA, müşterisi olan kampanyalara modern bir propaganda hizmeti sunmuş, bunu yaparken de veri sahiplerinin –yani vatandaşların– hiçbir onayı veya bilgisi olmaksızın onların verilerini işlemiştir. Bu durum, vatandaşların dijital hakları ile ulusal demokratik süreçlerin kesişiminde ciddi bir problemdir. Dijital emperyalizm kavramı tam da bu tür vakalar için uygun düşer: Bir ülkenin kamusal siyasetini, o ülkeye mensup olmayan güçler (şirketler, yabancı çıkar grupları veya hatta düşman devlet aktörleri) dijital teknolojiler aracılığıyla şekillendirebilmektedir. Nitekim Cambridge Analytica’nın sunduğu hizmetlere dünyanın dört bir yanından siyasi aktörlerin ilgi gösterdiği ve şirketin yaklaşık 200 seçim projesine dahil olduğunu öne sürdüğü bilinmektedir (ör. Kenya, Hindistan, Nijerya gibi ülkelerde müşterileri olduğunu açıklamışlardır). Bu tür faaliyetler, hedef ülkelerin siyasi egemenliğine bir nevi dijital müdahale anlamı taşıdığından eleştirilmektedir.
 
Demokratik süreçler üzerindeki etkisine gelince, Cambridge Analytica skandalı, seçmenlerin dijital çağda korunmasızlığını gözler önüne sermiştir. Seçmenler, haber akışlarında karşılarına çıkan içeriklerin arka planında hangi manipülasyonların döndüğünden habersizdir. Eğer büyük veri ve yapay zekâ yöntemleri kullanılarak her bireye özel “siyasi reklam” gösteriliyor ve bu reklamlar şeffaf olmayan biçimde finanse edilip hedefleniyorsa, demokratik tartışma alanı ortak bir zeminden yoksun kalır. Herkesin farklı bir bilgi iklimine sokulduğu, ortak gerçeklik algısının parçalandığı bir ortam, demokratik bir toplum olma vasfını zedeleyebilir. Bu nedenle bazı uzmanlar, Cambridge Analytica gibi firmaların faaliyetlerini modern demokrasiler için yapısal bir risk olarak nitelendirmektedir. Seçimlerin adil ve özgür olması, yalnızca oy sayımının doğru yapılması değil, aynı zamanda seçmenlerin eşit bilgiye erişim imkanına ve manipülasyondan uzak bir kanaat oluşturma sürecine sahip olmasıyla da ilgilidir. Psikografik mikrohedefleme ise tam da bu kanaat oluşturma sürecine gizlice müdahale ederek bir taraf lehine avantaj sağlamayı hedefler. Bu nedenle, Cambridge Analytica skandalı sonrasında dijital reklam şeffaflığı, mikrohedeflemenin sınırlandırılması ve platform sorumluluğu gibi konularda yeni düzenlemeler gündeme alınmıştır. Özetle, dijital emperyalizm bağlamında Cambridge Analytica vakası, ulusların dijital egemenlik haklarını korumanın ve demokratik süreçleri dijital manipülasyona karşı dirençli hale getirmenin ne kadar acil bir mesele olduğunu göstermiştir.
 
Brexit ve Benzeri Örnekler: Karşılaştırmalı Analiz
 
Cambridge Analytica skandalı genellikle Brexit referandumu ile birlikte anılır, çünkü her iki süreçte de benzer veri odaklı propaganda tekniklerinin kullanıldığı iddia edilmiştir. Brexit süreci (2016), Britanya’nın Avrupa Birliği’nden ayrılma referandumunda, özellikle Leave (Ayrılma) kampanyasının karanlık bilgi operasyonlarına başvurduğu yönünde tartışmalar yaşanmıştır. Cambridge Analytica doğrudan resmi “Vote Leave” kampanyasında sözleşmeli olarak çalışmasa da, Vote Leave’in dijital kampanyalarını yürüten Kanada menşeli AggregateIQ (AIQ) firması ile CA arasında organik bağlantılar olduğu ortaya çıkmıştır. AIQ, Cambridge Analytica’nın bağlı olduğu SCL grubunun bir ortağı olarak benzer bir veri tabanı yazılımını (Ripon adlı platform) Brexit kampanyası için kullanmıştır. Öte yandan, Nigel Farage ve Arron Banks tarafından yürütülen gayriresmî “Leave.EU” kampanyası, 2015 yılında Cambridge Analytica’dan danışmanlık aldığını duyurmuştur. Her ne kadar daha sonra Leave.EU cephesi CA ile derin bir ortaklık kurulmadığını iddia etse de, Brittany Kaiser ve Christopher Wylie gibi ihbarcıların ifadesi CA’in Brexit döneminde perde arkasından bu kampanyaya destek verdiğini göstermektedir. Kaiser, Leave.EU kampanyasına psikografik analizler sunulduğunu, özellikle AB karşıtı ve göçmen karşıtı mesajların hangi kitlelere nasıl işleneceği konusunda CA’in önerilerde bulunduğunu belirtmiştir.
 
Brexit kampanyasında izlenen stratejiler, psikografik hedeflemenin pratik bir uygulaması olarak değerlendirilebilir. Örneğin, Leave kanadı kampanyasını büyük ölçüde göç ve millî egemenlik temaları üzerine kurdu. Seçmen profilleri arasında “küreselleşme mağduru, toplum tarafından unutulmuş hisseden” grupların (CA terminolojisinde “Left Behinds”) özellikle hedef alındığı belirtilir. Kaiser’in aktardığına göre, eğer bu “Left Behind” segmentine OCEAN modeline göre bir kişilik skoru uygulansaydı muhtemelen nevrotik (kaygılı) yönü yüksek bir grup çıkacaktı ve korkuya dayalı mesajlara en açık kesim bu olacaktı. Nitekim Leave.EU kampanyası tam da bu varsayımla, göçmen dalgasını Britanya için bir “felaket” gibi gösteren aşırı uç mesajlar paylaştı. Ünlü bir örnek olarak, UKIP lideri Nigel Farage’ın desteklediği “Breaking Point” (Kopma Noktası) posteri, Avrupa’ya giren mülteci kalabalığını gösteren çarpıcı bir görselle “AB bizi hayal kırıklığına uğrattı, sınırlarımızı geri almalıyız” sloganını birleştiriyordu. Bu poster ve benzeri içerikler, duygusal tepkiyi maksimize edecek şekilde tasarlanmış ve sosyal medyada yoğun olarak mikro-hedeflenmişti. Hedef kitle özellikle göçmen karşıtı duyguları olan kararsız seçmenlerdi. Böylece Brexit lehine kampanya, seçmenin kaygı ve kızgınlık duygularını harekete geçirerek rasyonel argümanların önüne geçmeye çalıştı. Bu strateji, Cambridge Analytica’nın ABD’de denediği yöntemlerle paralellik göstermektedir (örn. nevrotik seçmene korku aşılamak). Sonuç olarak Brexit referandumunda %52 oyla Leave sonucu çıkması, bu tür yöntemlerin etkinliği konusunda birçok tartışmaya yol açtı. Bazı gözlemciler, Brexit sonucunun esasen ekonomik ve politik faktörlerden kaynaklandığını, veri operasyonlarının ikincil planda kaldığını belirtirken; diğerleri mikrohedefli propagandanın özellikle kararsız seçmenleri mobilize etmede önemli rol oynadığını savundu.
 
Brexit örneğinin yanı sıra, dünya genelinde benzer vakalar da mevcuttur. Cambridge Analytica ve ilişkili SCL, geçmişte çeşitli ülkelerde seçim kampanyalarına müdahil olmuştur. 2015-2016 döneminde ABD ve İngiltere dışında Hindistan, Kenya, Nijerya, Meksika, Brezilya gibi ülkelerin seçimlerinde de psikografik veri analizinin kullanıldığı iddia edildi. Örneğin 2017 Kenya seçimlerinde bir başkan adayı, Cambridge Analytica’yı sessizce tutarak rakibi hakkında sosyal medyada karalama kampanyası yürüttüğü ve seçmen segmentlerine ayrı ayrı mesajlarla propaganda yaptığı ortaya çıktı. Bu gibi durumlar, genellikle yerel demokratik kültüre yabancı unsurların müdahalesi olarak algılandığından tepki çekti. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, teknolojik kapasitesi yüksek dış şirketlerin seçim süreçlerine etki etmesi “yeni nesil emperyalizm” şeklinde yorumlandı. Cambridge Analytica’nın iflasından sonra bile, benzeri yöntemleri uygulayan başka şirketlerin veya grupların türemesi olası görülmektedir. Nitekim 2020’ler itibarıyla büyük veri ve yapay zekâ destekli propaganda araçlarının daha da geliştiği, hatta deepfake videolar, otomatik bot ağları gibi unsurlarla birleşerek yeni tehditler oluşturduğu gözleniyor. Bu yüzden Brexit ve Cambridge Analytica örnekleri, demokratik ülkelerin siyasi veri güvenliği konusunda işbirliği yapması gerektiğine dair bir uyandırma çağrısı işlevi görmüştür. Örneğin Kanada, İngiltere, ABD, Avustralya ve AB ülkeleri, seçim kampanyalarında yabancı profesyonel danışmanlıkların şeffaf beyanı, çevrimiçi siyasi reklam kütüphanelerinin oluşturulması ve seçmen profilleme faaliyetlerinin etik ilkeler çerçevesinde denetlenmesi gibi önlemleri tartışmaktadır.
 
Özetle, Cambridge Analytica skandalı ve Brexit deneyimi, dijital çağda seçimlerin korunmasızlığını gösteren ders niteliğinde olaylardır. Her iki durumda da veriye dayalı mikrohedefleme teknikleri kullanılarak kamuoyunun belirli algıları yönlendirilmiş; geleneksel medya ve denetleyici kurumlar bu mesaj akışını yakalamakta zorlanmıştır. Bu da gelecekte benzer tekniklerin daha sofistike biçimlerde karşımıza çıkabileceğini göstermektedir. Dolayısıyla demokrasiyi korumak adına dijital platformlar üzerinde yeni regülasyonlar, şeffaflık yükümlülükleri ve belki de mikrohedefli politik reklamları kısıtlayıcı adımlar atılması gerekecektir.
Sonuç olarak 2016 ABD başkanlık seçimlerinde Cambridge Analytica’nın gerçekleştirdiği psikografik mikro hedefleme operasyonu, siyaset ve teknoloji kesişiminde çığır açan fakat tartışmalı bir girişim olarak tarihe geçmiştir. Bu makalede, Cambridge Analytica’nın Facebook verilerini kullanarak OCEAN kişilik modeli temelinde seçmenleri nasıl profillediği ve onlara özel politik mesajlar ilettiği ayrıntılı biçimde incelenmiştir. Elde edilen bulgular, dijital verilerin bireylerin psikolojisini çözümlemede güçlü bir araç olabileceğini, ancak bu aracın demokratik süreçleri manipüle etmek amacıyla kullanıldığında ciddi etik ve siyasal sorunlar doğurduğunu göstermektedir. Cambridge Analytica skandalının ortaya çıkışıyla birlikte, teknoloji şirketlerinin hesap verebilirliği ve veri gizliliğinin önemi küresel ölçekte anlaşılmıştır. Facebook, tarihin en büyük cezalarından birine çarptırılmış; hükümetler yeni yasal düzenlemeler hazırlamaya yönelmiştir.
 
Bu skandal, dijital emperyalizm tartışmasını da alevlendirmiş, bir ülkenin demokratik tercihlerini etkilemek üzere diğer aktörlerin dijital yöntemlerle müdahalesi meselesini gündeme getirmiştir. Seçim güvenliği artık sandık güvenliğinin ötesinde, veri güvenliği ve bilgi ekosistemi güvenliği kavramlarını da içermektedir. Cambridge Analytica örneği, ulusal egemenliğin dijital alanda korunması gerektiğini acı bir tecrübeyle ortaya koymuştur. Brexit referandumu ve diğer benzeri örneklerle kıyaslandığında, ortak payda hep aynıdır: Kitlelerin duyguları ve oy tercihleri, kendi rızaları olmaksızın, arkada dönen veri analitiği işlemleriyle yönlendirilmeye çalışılmıştır.
 
Sonuç olarak, Cambridge Analytica vakası demokratik toplumlar için bir uyarı niteliğindedir. Bir yandan sosyal bilimler ile veri biliminin buluştuğu bu inovatif yöntemler, siyasi kampanyalarda etkileşimi artırma potansiyeli taşısa da, diğer yandan şeffaflık, hesap verebilirlik ve etik değerler gözetilmediğinde demokrasiye zarar verebilmektedir. Bu dengenin sağlanabilmesi için, yasa koyucular, teknoloji şirketleri ve sivil toplum hep birlikte çaba göstermelidir. Aksi halde, dijital çağda seçimler ve halk oylamaları, görünmez algoritmaların ve kontrolsüz veri akışlarının gölgesinde, meşruiyet krizleriyle karşılaşabilir. Cambridge Analytica skandalının mirası, dünyaya dijital çağda demokrasiyi savunmanın ne denli zor ama bir o kadar da gerekli olduğunu hatırlatması olmuştur.
 
Hindistan: Sosyal Medya Propagandası ve Dini Kışkırtma Taktikleri
 
Dünyanın en kalabalık demokrasisi olan Hindistan, dijital platformların seçim propagandasında yoğun kullanıldığı bir diğer önemli örnektir. Özellikle WhatsApp gibi şifreli mesajlaşma uygulamaları ve Facebook gibi yaygın sosyal medya ağları üzerinden sistematik dezenformasyon kampanyaları yürütülmüştür. Ucuz mobil internet ve akıllı telefon penetrasyonunun artmasıyla, milyonlarca seçmen güncel haberleri ve siyasi içerikleri WhatsApp gruplarından almaya başlamıştır. Ancak bu kanallar, yalan haber ve kışkırtıcı söylentilerin de hızlıca yayılabildiği bir mecra hâline gelmiştir. BBC World Service’nin bir araştırmasına göre Hindu milliyetçiliğinin yükselişi ve ucuz mobil veri, Hindistan’da sahte haberlerin patlama yapmasına yol açmıştır. WhatsApp üzerinden yayılan asılsız mesajlar, bir yandan anti-Müslüman duyguları körükleyerek toplumda kutuplaşmayı artırmış, diğer yandan da doğrudan şiddet olaylarına zemin hazırlamıştır. Öyle ki platformdaki yanlış bilgi akışı, son yıllarda ülkede bir dizi linç ve cinayet vakasıyla ilişkilendirilmiştir.
 
Hindistan Başbakanı Narendra Modi’nin Hindu milliyetçisi retoriği ile dijital propaganda adeta iç içe geçmiştir. Birçok Hindistanlı kullanıcı, aldıkları mesajları iletmenin adeta “vatanseverlik görevi” olduğunu düşünmektedir. Dini hassasiyetleri kışkırtan içerikler – örneğin Müslüman azınlığı şeytanlaştıran komplolar veya yalanlar – Facebook ve Twitter’da organize troller tarafından yayılmakta; WhatsApp gruplarında hızla dolaşıma sokulmaktadır. Bu mesajlar sıklıkla tanıdık kişiler tarafından gönderildiği için alıcılar doğruluğunu sorgulamadan inanmaya yatkın hale gelmektedir. Sonuçta, sosyal medyada kimlik doğrulaması yerine kimlik onayının geçerli olduğu bir ortam oluşmakta; kullanıcılar kendi inançlarını teyit eden her bilgiyi gerçek kabul etmeye meyilli olmaktadır.
 
Dijital propaganda Hindistan’da özellikle dini ayrışmaları hedef almıştır. Örneğin seçim dönemlerinde, Hindu çoğunluk ile Müslüman azınlık arasındaki güvensizliği derinleştirmek için sistematik olarak yalan haberler üretilmiştir. Aşırı milliyetçi gruplar, Müslümanları hedef alan nefret mesajlarını çevrimiçi ortamlarda örgütlü biçimde yaymış; “Müslümanlar tehlikeli, düşman” algısını pekiştirmeye çalışmıştır. Twitter’ın trend algoritması veya Facebook’un paylaşım mekanizmaları sayesinde bu içerikler kısa sürede milyonlara ulaşabilmiştir. Örneğin “#StopIslam” gibi etiketlerle bir araya getirilen kampanyalar, İslam’ı şeytanlaştıran içerikleri dolaşıma sokarak ötekileştirici bir siyasi iklim yaratmıştır. Bu sayede, dijital emperyalizm yerel düzeyde kendini Hindu milliyetçiliği şeklinde gösterip dini kışkırtma teknikleriyle seçmen davranışını etkilemiştir. Sonuç, toplumda derin kültürel yarılmalar ve azınlıklara yönelik ayrımcılığın artması olmuştur.
 
Ukrayna-Rusya Savaşında Dijital Propaganda ve Siyasi Yönlendirme
 
Ukrayna-Rusya savaşı, askeri çatışmanın yanı sıra yoğun bir dijital propaganda savaşı olarak da yaşanmaktadır. Rusya, geleneksel askeri gücünün yanı sıra siber uzayda da saldırgan bir strateji izleyerek bilgi akışını kendi çıkarları doğrultusunda şekillendirmeye çalışmıştır. Özellikle 2022’de başlayan geniş çaplı işgal girişimiyle eş zamanlı olarak, hem Rusya içinde hem uluslararası kamuoyunda algıları yönlendirmek amacıyla çeşitli dezenformasyon teknikleri devreye sokulmuştur. Bu kapsamda Rusya’nın uzun süredir kullandığı trol orduları ve bot hesaplar, sosyal medyada Kremlin yanlısı söylemleri yaygınlaştırmakta ve karşı anlatıları boğmaktadır.
 
Savaş sırasında dijital manipülasyonun en çarpıcı örneklerinden biri, deepfake teknolojisinin kullanılmasıyla görüldü. Mart 2022’de, Ukrayna Cumhurbaşkanı Volodimir Zelenskiy’nin televizyonda askerlerine teslim olmalarını söylediğini gösteren sahte bir video dolaşıma sokuldu. Bu kurmaca videoda, Zelenskiy’nin yüzü ve sesi yapay zekâ ile taklit edilerek sanki Ukrayna ordusuna silah bırakma çağrısı yapıyormuş gibi bir izlenim yaratılmaya çalışıldı. Söz konusu deepfake video, Ukrayna’da bir haber kanalının altyazısına da hacker’lar tarafından yerleştirildi ve sosyal medyada paylaşılmaya başlandı. Ukraynalı yetkililer haftalar öncesinden Rusya’nın böyle sahte videolarla bilgi savaşı yürütebileceği konusunda halkı uyarmıştı; nitekim korkulan oldu ve bu video kısa süreli de olsa bazı kitlelerde kafa karışıklığı yarattı. Zelenskiy ekibi ve uluslararası medya, videonun sahte olduğunu hızla ortaya koyup çürüttüler. Zelenskiy de hemen bir açıklama yaparak “Teslim olmayacağız” mesajı verdi ve halkına itidal çağrısında bulundu. Ancak bu vaka, dijital emperyalizmin yeni cephesini gözler önüne sermiştir: Yapay zekâ destekli içeriklerle (deepfake videolar gibi) kitleleri aldatma ve paniğe sevk etme potansiyeli gerçek bir tehdit haline gelmiştir.
 
Savaş bağlamında, dijital propaganda siyasi tercihleri etkilemenin bir aracı olarak kullanılmaktadır. Rusya, kendi halkının savaşa desteğini sağlamlaştırmak için sosyal medyayı sıkı bir sansür ve çarpıtılmış içerik rejimine tabi tutarken; yurtdışında da Ukrayna’ya desteği zayıflatmak amacıyla komplo teorileri ve yanlış bilgileri yaymıştır. Örneğin, Rus yanlısı kaynaklar Batı kamuoyunda “Ukrayna’da neo-Nazi yönetimi var” veya “NATO kışkırttı” gibi narratifleri dolaşıma sokarak, bazı grupların Ukrayna’ya desteğini çekmeye çalışmıştır. Öte yandan Ukrayna tarafı da dijital medyayı etkin kullanarak uluslararası toplumu mobilize etmiş, Zelenskiy’nin sık sık sosyal medyadan yaptığı duygusal çağrılar ve paylaşılan görseller/durum güncellemeleri dünya genelinde kamuoyu oluşturmuştur. Bu sayede Ukrayna, dijital platformları bir nevi diplomatik silah olarak kullanarak birçok ülkenin siyasi duruşunu kendi lehine etkilemeyi başarmıştır.
 
TikTok gibi yeni nesil platformlar bile bu propaganda savaşının bir parçası haline gelmiştir. Cephe hattından veya bombalanan şehirlerden TikTok’a yüklenen kısa videolar, milyonlarca kullanıcıya ulaşarak savaşın görüntülerini ve anlatılarını yaymıştır. Ancak bu içeriklerin doğruluğunu teyit etmek çoğu zaman zor olduğundan, propaganda ile gerçek arasındaki çizgi belirsizleşebilmektedir. Neticede Ukrayna-Rusya savaşı tecrübesi, dijital emperyalizmin sadece seçimlerde değil, savaş zamanlarında da halkların siyasi tercihlerini ve algılarını hedef alabildiğini göstermiştir. Deepfake gibi teknolojilerle desteklenen bu yeni propaganda biçimleri, gelecekte seçim dönemlerinde de kullanılarak seçmenlerin iradesini çarpıtma tehlikesi barındırmaktadır.
 
Güney Amerika Seçimlerine Dijital Müdahaleler
 
Seçimler, demokratik toplumların temel taşıdır ve seçmen iradesinin özgürce sandığa yansımasını gerektirir. Ancak son 20 yılda dijital teknolojilerin yükselişiyle birlikte seçim süreçleri, özellikle Güney Amerika’da, dış müdahalelere karşı savunmasız hale gelmiştir. Yabancı devletler ve aktörler, sosyal medya platformlarını, bot hesapları, trolleri ve algoritmaları kullanarak kamuoyunu etkilemeye çalışmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri (ABD) bu konuda uzun bir geçmişe sahiptir; nitekim eski CIA direktörü James Woolsey bile“Muhtemelen evet (müdahale ettik), ancak komünistlerin iktidara gelmesini engellemek için, sistemin iyiliği içindi” diyerek ABD’nin başka ülkelerin seçimlerine karıştığını itiraf etmiştir. Soğuk Savaş döneminden bu yana süregelen bu müdahaleler, günümüzde dijital çağın imkanlarıyla yeni bir boyut kazanmıştır. Öte yandan, İsrail de doğrudan veya dolaylı yollardan dijital propaganda teknikleriyle küresel ölçekte seçimlere etki eden aktörlerden biri olarak dikkat çekmektedir. İsrail menşeli özel şirketler ve gruplar, gelişmiş yazılımlar ve bot ağlarıyla dünyanın farklı bölgelerinde seçimleri etkilemek üzere faaliyet göstermiştir.
 
Dijital platformlar, adeta demokrasinin yeni mücadele alanı haline gelmiştir. İnternet üzerindeki bilgi akışını şekillendirmek, seçimler yoluyla iktidar mücadelesi veren aktörlerin temel stratejilerinden biri olmuştur. Bu makalede, Güney Amerika ülkelerinde özellikle Brezilya ve Venezuela örnekleri üzerinden, ABD ve İsrail kaynaklıdijital müdahale iddiaları incelenecektir. Bot hesaplar, troller, sosyal medya algoritmalarının manipülasyonu, deepfake (derin sahte) videolar ve diğer dijital propaganda teknikleri gibi yöntemlerin kullanımı değerlendirilecektir. Ayrıca, ABD ve İsrail’in bu alandaki stratejileri ele alınarak, bu müdahalelerin sonuçları ve gelecekte benzer girişimlere karşı alınabilecek önlemler tartışılacaktır.
 
Brezilya Vakası: Botlar, Yalan Haber ve Algoritmalar
 
Brezilya, son yıllarda sosyal medyanın seçim sonuçlarını etkileyebileceğini gösteren çarpıcı örneklerden biri olmuştur. 2018 başkanlık seçimleri sırasında, sağ popülist aday Jair Bolsonaro lehine büyük bir dezenformasyon dalgası özellikle WhatsApp üzerinden yayılmıştır. Brezilya’da 120 milyon WhatsApp kullanıcısı bulunmakta olup, seçim kampanyası döneminde bu platform kitleleri harekete geçirmek ve yanlış bilgiler yaymak için yoğun şekilde kullanılmıştır. Ülkenin en büyük gazetesi Folha de S.Paulo, Bolsonaro karşıtı sol partiyi hedef alan milyonlarca toplu WhatsApp mesajının şirketler tarafından satın alındığını ortaya çıkarmış; muhalif aday Fernando Haddad, kitlelere iftira ve karalama amaçlı mesajlar gönderildiğini açıklamıştır. Bu skandal, seçimlerin ikinci turundan hemen önce patlak vermiş ve “sahte haber tsunamisi” olarak adlandırılmıştır. Her ne kadar Brezilya’daki çevrimiçi dezenformasyon kampanyasının ardında doğrudan yabancı bir güç olduğuna dair kesin kanıt bulunamadıysa da, yöntemler ve söylemler uluslararası aşırı sağ ağlarla paralellik göstermiştir. Nitekim Bolsonaro’nun oğlu Eduardo Bolsonaro, ABD’li aşırı sağ stratejist Steve Bannon ile temas kurmuş ve Bannon’un desteğini aldıklarını övünerek dile getirmiştir. Haddad’ın kampanyası da yayımladığı bir reklam filminde Bolsonaro’nun “demokrasiyi sabotaj etmekle” suçlanan Bannon ile bağlantılarını vurgulamıştır. Reklamda anlatıcı, “Steve Bannon, dünya genelinde demokratik rejimleri sabotaj etmekle suçlanıyor. Sahte haberleri kullanarak seçimleri kazanmak için korku ve şiddet yayıyor” diyerek Bannon’un Bolsonaro’ya desteğini Brezilya halkına ifşa etmiştir. Bu durum, Brezilya seçim diskurunun ABD’deki aşırı sağ söylem ve taktiklerden etkilendiğine işaret etmektedir.
 
Cambridge Analytica skandalı da Brezilya’da dijital müdahale tartışmalarını alevlendirmiştir. Mart 2018’de patlak veren skandal sonrasında, firmanın yöneticileri gizli kameraya, 2016 ABD seçimlerinde kullandıkları Facebook veri analizine dayalı psikolojik propaganda stratejisini Meksika ve Brezilya’da da uyguladıklarını söylemişlerdir. Bu açıklama, Brezilya’nın seçmen verilerinin kötüye kullanımı yoluyla manipülasyona açık olduğu endişesini doğurmuştur. Cambridge Analytica’nın Brezilya’da doğrudan bir proje yürütüp yürütmediği net olmasa da, firmanın Latin Amerika’da iz bıraktığı görülmektedir. Nitekim 2018 seçimleri öncesinde Brezilya’da yayılan sahte haberlerin, ABD’de 2016’da görülen yöntemlere benzer biçimde toplumun kutuplaşmalarını derinleştirdiği belirtilmiştir. Facebook, bu süreçte kendi platformunda dezenformasyonla mücadele etmeye çalışmış ve seçim tartışmaları için özel “savaş odası” kurduğunu açıklamıştır; ancak yine de Brezilya deneyimi, sosyal medya devlerinin algoritmalarının yalan haberlerin viral yayılmasını engellemekte yetersiz kalabileceğini gösterdi.
 
2022 seçimleri ve sonrasında da Brezilya, dijital manipülasyonun sonuçlarıyla yüzleşmiştir. Bolsonaro’nun yenilgisi sonrası, seçimlerde hile yapıldığı yönünde asılsız iddialar çevrimiçi ortamlarda hızla yayıldı. Bu iddialar, büyük ölçüde yabancı destekli aşırı sağ ağlar tarafından körüklendi. Örneğin, Steve Bannon ve eski ABD Başkanı Donald Trump’ın bazı müttefikleri, Brezilya seçimlerinin çalındığı propagandasını küresel ölçekte dillendirdi. Sonuç olarak 8 Ocak 2023’te başkent Brasilia’da gerçekleşen ve ABD’deki 6 Ocak Kongre baskınına benzetilen şiddet olaylarında, çevrimiçi komplo teorilerinin önemli payı oldu. Brezilya örneğinde, dijital platformların denetimsizliği ve yabancı etkisine açıklığı, demokratik süreci tehdit eden bir unsur olarak belirmiştir.
 
Venezuela Vakası: Sosyal Medya Manipülasyonu ve Dijital Propaganda
 
Venezuela, yabancı dijital müdahalelerin belki de en somut şekilde belgelendiği Güney Amerika ülkesidir. 2010’ların başından itibaren ABD, Venezuela’daki siyasi gelişmeleri etkilemek üzere kapsamlı bir sosyal medya stratejisi izlemiştir. Bilgi Edinme Özgürlüğü Yasası (FOIA) kapsamında ortaya çıkarılan belgeler, ABD’nin Venezuela’daki muhalefeti desteklemek ve seçim süreçlerine müdahil olmak için sosyal medyayı nasıl silah haline getirdiğini gözler önüne sermiştir. Bu belgelere göre, ABD’nin fonladığı Ulusal Demokrasi Vakfı (NED) aracılığıyla, 2013 yılında Ulusal Demokratik Enstitü’ye (NDI) $300 bin dolarlık kaynak aktarılmıştır. Programın adı dikkat çekicidir: “Venezuela: Siyasal Aktivistler için Gelişmiş Eğitim ve İletişim Becerileri”. Bu kapsamda NDI, Venezuela’lı muhalif siyasetçilere ve aktivistlere dijital iletişim, sosyal medya kullanımı ve kampanya becerileri konusunda yoğun eğitimler vermiştir. Hedef, muhalefetin çevrimiçi alanda örgütlenme ve halkı seferber etme kapasitesini artırarak, iktidardaki Chavista hareketi zayıflatmaktı. Belgelerde, “muhalefetin dijital iletişimin en iyi uygulamalarına sınırlı maruz kaldığı ve sosyal medyayı etkin kullanmak için ek teknik yardıma ihtiyaç duyduğu” açıkça vurgulanmıştır. Bu ihtiyacı gidermek üzere NDI, Aralık 2013’te Venezuela dışındaki bir yerde muhalif genç liderlere yönelik bir seminer düzenlemiş; teknoloji ve sosyal medyanın vatandaşlara ulaşma ve katılım sağlama amacıyla nasıl kullanılacağına dair uzman tavsiyeleri sunmuştur. Bu eğitimleri alan seçkin bir muhalif grup, devamında sürekli koçluk ve destek de alarak dijital propaganda faaliyetlerini profesyonelce yürütmüştür.
 
Bu çabaların etkisi 2015 parlamento seçimlerinde somut biçimde görüldü. NDI’nın sağladığı uzmanlıkla, muhalefetin çatı birliği MUD (Demokratik Birlik Masası), devasa bir seçmen veritabanı oluşturarak kararsız seçmenleri tespit edip hedef almayı başardı. Yaklaşık 3,5 milyon seçmenin siyasi eğilimini tahmin edebilen ayrıntılı bir veri tabanı hazırlanmıştı ve muhalefet, bu veritabanını kullanarak farklı seçmen segmentlerine farklı mesajlar iletti. Belgelerde, muhalefetin bu sosyal medya kampanyasını esas olarak Facebook üzerinden yürüttüğü belirtilmektedir. Facebook üzerindeki hedefleme sayesinde, bazı seçmenler sandığı protesto etmeye (boykot) teşvik edilirken, diğerleri “sosyalist adaylar hakkında zarar verici bilgiler” içeren içeriklerle ikna edilmeye çalışıldı. Örneğin, hükümet yanlısı olabilecek seçmenlere oy vermemeleri telkin edilirken, muhalefete yakın ama kararsız kitlelere iktidar hakkında olumsuz ve çarpıtılmış haberler gönderildi. Muhalefet, Facebook veritabanı sayesinde 8,5 milyon Venezuelalı seçmeni çevrimiçi olarak tanımladı ve bunlara özel mesajlarla ulaşıp propaganda yaptı. Sonuçlar çarpıcıydı: Koalisyonun dijital kampanya çabaları seçim gününe dek toplam 6,3 milyon seçmene ulaştı ve yaklaşık 2,9 milyon kişi en az bir kez muhalefetin Facebook içerikleriyle etkileşime geçti. Bu dijital seferberlik, Hugo Chávez’in 1998’de iktidara gelişinden beri ilk kez muhalefetin Ulusal Meclis’te çoğunluğu kazanmasında kritik rol oynadı. Bir analizde, “NDI’nın sosyal medya müdahalesinin 2015 seçimlerinin şok edici sonuçlarında önemli payı olduğu” özellikle belirtilmektedir.
 
ABD’nin Venezuela’ya dijital müdahalesi bununla sınırlı kalmadı. Ocak 2019’da ABD, seçimle değil kendini geçici devlet başkanı ilan eden muhalif lider Juan Guaidó’yu tanıyarak açık bir siyasi hamle yaptı. Yukarıda sözü edilen sosyal medya operasyonları da aslında bu hamlenin zeminini önceden hazırlamıştı. Washington, Maduro hükümetini zayıflatmak için dijital alanı benimsedi ve bunu görece aleni biçimde yaptı. Hatta ABD’li yetkililerin, yabancı bir ülkenin (Venezuela) seçimlerine müdahale planlarını bu denli açıkça ortaya koyması nadir görülen bir durumdur. Örneğin, WikiLeaks’in ortaya çıkardığı 2006 tarihli bir ABD Büyükelçilik belgesinde, Amerikan diplomatın Chávez’in tabanına nüfuz etmek, Chavismo’yu bölmek ve Chávez’i uluslararası alanda izole etmek gibi maddeler içeren bir strateji raporu gönderdiği ifşa edilmiştir. Bu stratejinin merkezinde de USAID’in Karakas’taki Geçiş Girişimleri Ofisi (OTI) aracılığıyla sivil toplum kuruluşlarına dijital dahil birçok alanda destek verme planı bulunmaktaydı.
 
Venezuela’da 2018 başkanlık seçimleri sonrasında da dijital propaganda ve uluslararası müdahale iddiaları gündemde kaldı. Maduro’nun yeniden seçildiği 2018 seçimini ABD ve AB hileli ilan ederek tanımadığını açıkladı. 2020’lerin ortasında dahi benzer bir tavır devam etti; örneğin 2024 seçimlerinde Maduro yeniden kazanınca, ABD Dışişleri yetkilileri sonuçları tanımadıklarını, “seçimi aslında muhalefet adayının kazandığına dair güçlü kanıtlar olduğunu” iddia ettiler. Bu tür açıklamalar, dijital medyada da geniş yankı bularak Venezuelalı seçmenlerin zihninde kafa karışıklığı yaratmayı hedefledi. Bir bakıma, seçim sonrasında meşruiyet tartışması yaratmak da yabancı müdahalenin bir parçası haline geldi. Maduro hükümeti ise bu süreçte kendi dijital karşı hamlelerini yaparak, halk desteğini gösteren büyük miting görüntülerini ve karşı propaganda mesajlarını sosyal medyada paylaştı. Aşağıdaki fotoğraf, Venezuela’daki kutuplaşmış siyasi atmosferi yansıtan ve dijital propaganda savaşının arka planında yer alan kitle desteğini gösteren bir örnektir:
 
2019 yılında Karakas’ta Maduro yanlısı büyük bir miting. Hükümet, geniş halk desteğini vurgulayan bu tür görüntüleri paylaşarak dijital propaganda savaşında kendi söylemini güçlendirmeye çalıştı.
 
Venezuela örneği, dijital müdahalelerin doğrudan seçim sonuçlarını değiştirebilecek kadar etkili olabileceğini gösteriyor. ABD destekli sosyal medya kampanyalarının 2015’teki başarıları, dijital araçların doğru kullanımı halinde muhalefeti iktidara taşıyabildiğini ortaya koydu. Öte yandan, bu müdahaleler Venezuela’da siyasi gerilimi de artırdı. İktidar yanlıları, çevrimiçi “yıkıcı faaliyet örgütlendiğini” belirtirken, muhalefet ise hükümetin sansür ve bilgi akışını engelleme girişimlerinden şikayetçi oldu. Sonuç olarak Venezuela, günümüzde dijital dezenformasyona karşı daha hazırlıklı olabilmek için sosyal medya platformlarıyla çatışmaya dahi girmiş durumdadır. Nitekim 2024 yılında X (Twitter) platformunun sahibi Elon Musk ile Venezuela hükümeti arasında, seçimlerle ilgili çevrimiçi söylemler nedeniyle açık bir tartışma yaşanmıştır; Musk’ın platformunu kullanarak Maduro’ya meydan okuması, Venezuela’nın egemenlik hakları bağlamında sosyal medya devleriyle çatışmasına örnek teşkil etmiştir.
 
Müdahale Yöntemleri: Botlar, Troller, Algoritmalar ve Deepfake
 
Dijital seçim müdahalelerinde kullanılan yöntemler çeşitlidir ancak ortak amaç, kamuoyunu yönlendirmek, manipüle etmek veya kafa karışıklığı yaratarak demokratik süreci etkilemektir. Güney Amerika’daki vakalarda da görülen başlıca dijital müdahale yöntemleri şunlardır:
 
Botlar ve Troller: Bot hesaplar, otomatik veya yarı otomatik olarak yönetilen, insan gibi davranıp içerik paylaşan hesaplardır. Troller ise maksatlı biçimde tartışma çıkaran veya yanlış bilgi yayan gerçek kullanıcılar olabilir. Hem botlar hem de troller, organik bir halk tartışması yanılsaması yaratmak için kullanılır. Örneğin, İsrail merkezli “Team Jorge” adlı gizli bir grup, seçimlere müdahale amacıyla geliştirdiği AIMS adlı yazılımla 30 binden fazla sahte dijital avatarı (bot hesabı) yönetebildiğini 2022’de övünerek açıklamıştır. Bu yazılım sayesinde herhangi bir dilde, yıllardır varmış gibi görünen inandırıcı sahte profiller açılabiliyor ve eşgüdümlü şekilde propaganda yapılabiliyor. Team Jorge lideri Tal Hanan, gizli çekimde bu araçla “17 farklı seçimde” operasyon yürüttüklerini belirtmiştir. Benzer biçimde, Archimedes Group adlı Tel Aviv merkezli bir şirket de Afrika’dan Latin Amerika’ya birçok ülkede sahte Facebook hesapları ve sayfalarıyla dezenformasyon yaydığı için 2019’da Facebook tarafından platformdan men edilmiştir. Facebook’un soruşturmasına göre Archimedes, yerel görünümlü sahte medya sayfaları kurarak bazı adayları destekleyip rakiplerini karalama kampanyaları yürütmüş; toplamda 2,8 milyon hesap bu sahte sayfalardan en az birini takip etmiştir. Hatta Facebook kayıtları, Archimedes’in bu faaliyetler için Brezilya Reali, ABD Doları ve İsrail Şekeli cinsinden toplam 1,1 milyon dolar harcayıp reklam verdiğini ortaya koymuştur. Bu veriler, bot ağlarının ve koordineli sahte hesapların boyutunu gözler önüne sermektedir. Güney Amerika’da da özellikle tartışmalı dönemlerde Twitter gibi mecralarda aniden türeyen binlerce yeni hesabın belirli bir narratifi desteklediği görülmüştür. Örneğin 2019’daki Bolivya krizinde, Evo Morales’in devrilmesinin hemen ardından on binlerce yeni Twitter hesabının “bu bir darbe değil, halk ayaklanması” söylemini yaymak için açıldığı tespit edilmiştir (araştırmacılar bu hesapların büyük kısmının kısa ömürlü ve gerçek dışı profiller olduğunu raporlamıştır). Botlar aracılığıyla belirli etiketlerin (hashtag) trend yapılması, sahte kamuoyu algısı oluşturmanın bir başka yoludur; bir ülkede trend listesine giren bir etiket, sanki o ülkedeki insanların yoğun şekilde o fikri konuştuğunu düşündürür ve medya gündemini yanıltabilir.
 
Sosyal Medya Algoritmalarının Manipülasyonu: Facebook, YouTube, Twitter (X) gibi platformlar, kullanıcılara ne tür içerikler göstereceklerini karmaşık algoritmalarla belirler. Müdahaleciler, bu algoritmaların zaaflarından faydalanarak kendi propagandalarını görünür kılmaya çalışır. Örneğin, aşırı duygusal veya kutuplaştırıcı içerikler genellikle algoritmalar tarafından daha fazla etkileşim aldığı için öne çıkarılır. ABD ve müttefikleri, Venezuela örneğinde görüldüğü gibi, seçmen verilerini ele geçirip onların ilgisini çekecek özel mesajlar ve içerikler tasarlayarak algoritmaları adeta hedefleme aracı olarak kullandı. Ayrıca, sahte hesaplardan oluşan sürüler, belli içerikleri kısa sürede beğenip paylaşarak trend haline getirebilir. Bu yolla, organik olmayan bir içerik bile suni olarak popülerleştirilir ve gerçek kullanıcıların karşısına “önerilen” içerik olarak çıkar. YouTube’un öneri algoritması da Brezilya’da tartışma konusu olmuştur; Bolsonaro yanlısı komplo teorisi videolarının YouTube tarafından sıkça önerildiği ve bunun radikalleşmeye katkı sunduğu iddia edilmiştir. Sosyal medya şirketleri, seçim dönemlerinde algoritmalarını güvenli hale getirmek üzere bazı adımlar atsa da (ör. Facebook’un otoriteli haber kaynaklarını daha fazla öne çıkarma çabası, Global Witness gibi STK’lar 2022 Brezilya seçimleri öncesi Facebook’un sahte bilgi içeren politik reklamları tespit edip engellemede başarısız olduğunu ortaya koymuştur. Bu, algoritma denetiminin yetersizliğine işaret eden önemli bir bulgudur.
 
Deepfake ve Yapay Zeka Destekli Propaganda: “Deepfake” terimi, yapay zeka ile üretilen veya değiştirilmiş video ve sesleri ifade eder. Son dönemde bu teknoloji, dezenformasyon amacıyla kullanılabilecek tehlikeli bir araç olarak görülüyor. Güney Amerika’da henüz derin sahte videoların seçim sonucunu belirgin şekilde etkilediği bir vaka yaşanmamış olsa da, işaretler endişe vericidir. Örneğin, 2023’te Ekvador’daki seçim kampanyaları sırasında yapay zeka ile üretilmiş sahte içeriklerin ortaya çıktığı ve rakipleri karalamak için kullanıldığı bildirildi (DW İspanyolca servisi, Ekvador seçimlerinde yapay zekanın kampanyaları “kirlettiğine” dair bir haber yaptı). Yine Meksika’da 2024 seçimleri yaklaşırken sahte ses kayıtları ve deepfake videoların sosyal medyada dolaşıma sokulduğu tespit edilmiştir. Bir araştırmada, sosyal medyada tanınmış kişilerin (siyasetçiler veya iş adamları) sahte videolarının yayılarak vatandaşların dolandırıcılık amaçlı yatırım sitelerine çekilmeye çalışıldığı saptanmıştır. Örneğin, Meksika’da bir deepfake videoda ülkenin devlet başkanı gibi gösterilen bir figürün, vatandaşa petrol şirketi Pemex’e yatırım yapmasını söyleyerek bir tuzağa yönlendirdiği fark edilmiştir. Bu tür sahte içerikler kısa sürede ifşa edilse de, “görüntü ya da ses kanıttır” algısını istismar ederek toplumda geçici de olsa yanlış inanışlar yaratabilir. Deepfake teknolojisi daha da gelişip yaygınlaştıkça, seçim dönemlerinde adayların ağzından asla söylemedikleri sözleri söylenmiş gibi gösteren videoların dolaşıma girmesi ciddi bir tehdit olacaktır. Özellikle sosyal medyada hızla yayılan bu içerikler, yalan olduğu anlaşılana dek milyonlarca kişiye ulaşabilir. Dolayısıyla deepfake, gelecekte dijital seçim müdahalelerinde en endişe verici yöntemlerden biri olarak değerlendirilmektedir.
 
Veri Analizi ve Hedefli Dijital Reklamlar: Yabancı müdahaleciler, ellerine geçirdikleri seçmen verilerini kullanarak mikro hedefleme (microtargeting) yapabilir. Bu yöntemde, farklı sosyo-demografik gruplara, ilgi alanlarına veya siyasi eğilimlerine göre özel hazırlanmış mesajlar gösterilir. Cambridge Analytica’nın özü de budur: Facebook üzerinden usulsüzce elde edilen kişisel verilerle seçmenlerin psikolojik profilleri çıkarılmış ve her birine en çok etki edecek içerik ayrı ayrı sunulmuştur. Latin Amerika’da 2018’deki ifşaatlar, bu yöntemin Meksika ve Brezilya gibi ülkelerde de denendiğini ortaya koymuştur. Venezuela’daki NDI destekli kampanya da bir tür mikro hedefleme idi; kararsız seçmenler belirlenip onlara özgü mesajlar iletildi. Hedefli reklamlar sadece Facebook ile sınırlı kalmamaktadır; Twitter ve Google reklam ağları da benzer şekilde kullanılabilir. 2019’da Facebook’un ifşa ettiği Archimedes Group operasyonunda, 265 sahte sayfa aracılığıyla hem ücretsiz paylaşımlar yapılmış hem de ücretli politik reklamlar verilmiştir. Bu reklamlar, görünürde yerel kaynaklardan geliyor izlenimiyle belirli kitleleri etkilemeyi amaçlamıştır. Büyük Veri (Big Data) analizleri sayesinde, toplumun hangi kesiminin hangi mesajla ikna edilebileceği hesaplanmakta ve dijital kampanya stratejisi buna göre belirlenmektedir. Bu yöntem, geleneksel propaganda tekniklerinden çok daha yüksek hassasiyetle çalıştığı için seçim sonuçlarını manipüle etme potansiyeli taşıyor.
 
Yukarıda sayılan yöntemler çoğu zaman iç içe geçerek kullanılmaktadır. Örneğin bir kampanyada önce binlerce bot hesap oluşturulup, sonra bu hesaplar aracılığıyla deepfake barındıran içerikler viral hale getirilebilir, eş zamanlı olarak hedefli reklamlarla belirli seçmen gruplarına bu içerik defalarca gösterilebilir. Latin Amerika örneklerinde de bot sürüleriyle desteklenen dezenformasyon kampanyaları, algoritmaların doğal eğilimlerinden faydalanarak milyonlara ulaşmıştır. Bu noktada vurgulanması gereken bir husus da bilgi kirliliğinin yerli ve yabancı aktörlerce birlikte üretilebilmesidir. Freedom House’un 2019 raporunda, seçim süreçlerindeki dijital manipülasyonların çoğunlukla içeriden aktörlerce yapıldığı, ancak bunların dışarıdan destek aldığı veya taktik öğrendiği belirtildi. Yani, bir ülkede iktidarı ele geçirmek veya korumak isteyen yerel aktörler, yabancı müttefiklerinden dijital operasyon desteği alabilir ve bunu kendi çıkarlarına uygulayabilir. Bu nedenle, Brezilya veya Venezuela gibi ülkelerde gördüğümüz dijital müdahaleler, dış aktörlerin yönlendirmesi kadar yerel siyasi kutuplaşma ve aktörlerin işbirliği ile de ilgilidir.
 
ABD’nin Dijital Müdahale Stratejisi
 
Amerika Birleşik Devletleri, Soğuk Savaş’tan bu yana Latin Amerika’daki seçim ve rejim değişikliği süreçlerine yoğun şekilde müdahil olmuş bir ülkedir. Günümüzde ise ABD, geleneksel yöntemlerinin yanı sıra dijital stratejileri de benimsemiştir. ABD’nin stratejisi çoğunlukla dolaylı ve çok katmanlıdır: Açık operasyonlar, yarı-gizli fonlamalar ve tamamen gizli siber faaliyetler iç içe yürütülür.
 
Öncelikle, “demokrasi, özgür medya, sivil toplum” söylemleriyle faaliyet gösteren ama ABD bütçesinden finanse edilen kuruluşlar, dijital müdahalenin aracı olarak öne çıkar. Örneğin NED (Ulusal Demokrasi Vakfı) ve USAID gibi kuruluşlar, hedef ülkelerdeki muhalif gruplara eğitim, teknoloji ve finansman sağlar. Venezuela örneğinde NED, muhalif aktivistlere sosyal medya eğitimi verilmesini finanse ederek dijital propaganda kapasitelerini artırmıştır. Benzer şekilde USAID, Küba’da ZunZuneo adında sahte bir “Küba Twitter’ı” yaratarak 2010’ların başında gençleri örgütlemeyi denemiştir. ZunZuneo, USAID tarafından gizlice geliştirilmiş ve Kübalı gençler arasında popülerleştirilerek hükümet karşıtı protestoları teşvik etmek amacıyla kurulmuş bir mikroblog servisi idi. 2010’da faaliyete başlayan bu ağ, bir süre 60 bine yakın kullanıcıya ulaşıp gerçek bir sosyal medya platformu görüntüsü vermiş ancak maddi kaynak tükenince 2012’de kapanmıştır. Bu proje ifşa olduğunda, ABD yönetimi ilk başta bunun gizli bir “rejim değişikliği” operasyonu olmadığını iddia etse de, ortaya çıkan belgeler servisinin arkasındaki amacın “Küba’da bir siyasi bahar (Cuban Spring) oluşturmak” olduğunu göstermiştir. Bu örnek, ABD’nin doğrudan kendi kurumları eliyle dijital platformlar kurup yönettiğini göstermesi açısından çarpıcıdır.
 
ABD istihbarat birimleri de dijital alanda aktiftir. NSA ve CIA gibi kurumların Latin Amerika’da geniş bir iletişim izleme ağı kurduğu bilinirken, seçim dönemlerinde bu istihbarat birikimi propaganda hedefli kullanılabilmektedir. Örneğin, bir ülkenin iktidar partisinin zaaflarını gösteren sızdırmalar (leaks) organize edilebilir. Latin Amerika’da ABD’nin desteklediği bazı gazetecilik görünümlü platformlar, seçim arifesinde iktidardaki sol hükümetleri zora sokacak yolsuzluk iddiaları veya kayıtlar yayımlamıştır. Bu tür içeriklerin zamanlaması ve kaynağı sorgulandığında, arkasında ABD menşeli düşünce kuruluşları veya hükümet fonları çıkabilmektedir.
 
Ayrıca diplomatik baskı ve söylem oluşturma da ABD’nin stratejisinin parçasıdır. Günümüzde diplomatik açıklamalar anında sosyal medyaya yansıdığı için, ABD’li üst düzey yetkililerin tweetleri veya demeçleri de birer müdahale aracı işlevi görür. Örneğin ABD Dışişleri Bakanlığı yetkililerinin Venezuela seçimleri hakkındaki “hile” açıklamaları, Twitter üzerinden koordineli biçimde paylaşılır ve uluslararası medya tarafından alıntılanır. Böylece hedef ülkede, daha sonuçlar taze iken bir meşruiyet tartışması başlatılır. Bu, dijital çağda “algı operasyonu” olarak adlandırılan yöntemin diplomasiyle harmanlanmış halidir.
 
ABD’nin dijital stratejisinin temel motivasyonu, kendi çıkarlarına aykırı gördüğü rejimlerin zayıflatılması ve müttefik gördüğü grupların iktidara taşınmasıdır. Latin Amerika’da genelde sol veya bağımsız çizgideki hükümetler hedef alınırken, sağ-liberal muhalefet grupları desteklenmiştir. Bu destek, yukarıda belirtildiği gibi eğitim ve fon şeklinde olabileceği gibi, dolaylı propaganda desteği şeklinde de olabilir. Örneğin, ABD merkezli büyük medya kuruluşları (CNN en Español, Voice of America İspanyolca servisi vb.), seçim dönemlerinde belirli bir söylemi öne çıkararak dijital ekosistemde ağırlık yaratır. Bu medya organlarının içerikleri sosyal medyada reklamlarla desteklenerek ilgili ülkedeki kullanıcılara pompalanabilir.
 
Son olarak, ABD teknoloji şirketlerinin politikaları da stratejinin bir parçası olabilir. Facebook, Twitter, Google gibi şirketler küresel çapta içerik denetleme uygularken ABD çıkarlarını zımnen gözetmekle eleştirilmiştir. Örneğin, Rusya veya İran bağlantılı olduğu iddia edilen sayfalar hızlıca kapatılırken, ABD veya müttefik kaynaklı olduğu bilinen dezenformasyon ağlarının aynı sertlikte engellenmediği durumlar yaşanmıştır. Bu çifte standardın bir örneği, İran devlet medyasıyla bağlantılı bazı hesapların kapatılması ancak ABD yanlısı hesapların faaliyetlerine göz yumulması şeklinde gözlemlenmiştir. Böylece, platformların içerik politikaları da dolaylı olarak ABD’nin dijital stratejisine hizmet edebilir.
 
İsrail’in Dijital Müdahale Stratejisi
 
İsrail, nispeten küçük bir ülke olmasına rağmen küresel dijital müdahale pazarında etkili aktörlerden biridir. İsrail devletinin resmi politikası, dost ve müttefik ülkelere siber teknoloji ihracı ve istihbarat paylaşımı üzerine kuruludur. Ancak son yıllarda ortaya çıkan skandallar, İsrail bağlantılı özel şirketlerin ve grupların dünyanın dört bir yanında seçimlere müdahale ettiğini göstermiştir.
 
İsrail’in stratejisi çoğunlukla özel sektör ve eski istihbaratçılar aracılığıyla yürütülür. Örneğin yukarıda bahsi geçen Team Jorge, emekli bir İsrail özel kuvvetler subayı olan Tal Hanan liderliğinde faaliyet gösteren bir grup. Bu ekip, kendilerini ücret karşılığında seçim kazandıran bir hizmet sunucusu olarak pazarlamıştır. Yine Archimedes Group, yöneticileri arasında İsrail ordusu ve parlamentosu geçmişine sahip kişiler bulunan, sözde lobicilik ve danışmanlık şirketi kisvesi altında seçim manipülasyonu yapan bir yapıdır. Bu şirket 2017’den itibaren faaliyet göstermiş ve Nijerya’dan Tunus’a, Honduras’tan Filipinler’e kadar birçok ülkede sahte sosyal medya kampanyaları organize etmiştir. Facebook’un bulgularına göre Archimedes, hükümetler gibi davranıp yerel siyaseti etkileyecek düzeyde sofistike bilgi savaşı taktikleri kullanmıştır. Hatta Atlantic Council analizinde “Archimedes’in kullandığı taktikler, genellikle devletler – özellikle Kremlin – tarafından kullanılan enformasyon savaşı yöntemlerine çok benziyor” diye belirtilmiştir. Bu, İsrail kaynaklı özel bir aktörün aslında bir devlet aktörü kadar profesyonel hareket ettiğinin altını çizer.
 
İsrail’in bu alandaki motivasyonu her zaman politik olmayabilir; çoğu zaman ticari kazanç ve teknolojik üstünlük gösterisi ön plandadır. İsrailli firmalar, seçim kampanyalarına müdahale etme vaadiyle müşteriler aramakta ve buldukları müşterinin ideolojisinden bağımsız olarak hizmet sunmaktadır. Örneğin Team Jorge’nin Afrika, Latin Amerika, Asya’da farklı ideolojilerden müşterilere çalıştığı sızan bilgilere dayanarak raporlanmıştır. Ancak İsrail devleti de dolaylı olarak bu faaliyetlerden fayda sağlayabilir. Çünkü İsrail hükümetine yakın çevreler, bu özel şirketlerin elde ettiği bazı bilgileri paylaşabilmekte veya onların nüfuz ettiği ağları kendi çıkarları için kullanabilmektedir. Dahası, İsrail’in resmî diplomatik ilişkilerinde mesafeli olduğu bazı ülkelere (örneğin İran etkisindeki Venezuela gibi) karşı, bu tür örtülü operasyonları bir baskı aracı olarak kullanması muhtemeldir.
 
İsrail ayrıca ileri gözetim ve casusluk teknolojileri ile de seçim süreçlerini etkileyebilecek araçlar sunar. Örneğin dünyaca ünlü İsrail şirketi NSO Group, Pegasus adlı casus yazılımıyla hükümetlere akıllı telefonları hackleme imkânı sağladı. Meksika’da bu yazılımın gazeteciler ve muhalif siyasetçiler üzerinde kullanıldığı, hatta 2018 seçim sürecinde bazı başkan adaylarının yakın çevresinin Pegasus ile izlendiği ortaya çıkmıştır. Benzer şekilde Panama, El Salvador gibi ülkelerde de İsrail menşeli casus yazılımlar kullanılarak muhalefetin iletişimlerine sızıldığı iddiaları mevcuttur. Bu tür siber casusluk eylemleri, seçimin dijital altyapısını değil belki ama rekabet koşullarını etkiler; zira bir adayın stratejileri önceden rakip tarafından bilinebilir veya itibarsızlaştırıcı özel bilgileri sızdırılabilir.
 
Özetle, İsrail’in stratejisi üç sacayağına oturur: teknoloji ihracı, özel manipulasyon ekipleri ve istihbarat paydaşlığı. Bu sayede görünürde İsrail devleti direkt karışmadan, İsrail kaynaklı aktörler dünyanın birçok yerinde seçim oyununu değiştirebilmektedir. Güney Amerika da bu bağlamda bir istisna değildir. Özellikle İsrail ile yakın ilişki kuran sağ hükümetlerin işbaşına gelmesi, İsrail’in bölgedeki diplomatik izolasyonunu kırdığı için, bu sonuç doğrultusunda faaliyet gösteren unsurların varlığı akla gelmektedir. Nitekim Brezilya’da Bolsonaro yönetimi, İsrail ile tarihin en yakın ilişkilerini kurmuş; Jair Bolsonaro, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıma vaadi vermiş ve oğlu Eduardo Bolsonaro İsrail yanlısı uluslararası oluşumlara katılmıştır. Bu durum, İsrail’in dijital stratejilerinin ideolojik tercihlerle de kesişebildiğini gösterir. İsrail, kendisine dost bir yönetimin seçimi kazanmasını hem diplomatik hem ekonomik olarak avantajlı görür ve bu yönde dolaylı destek verebilecek unsurları cesaretlendirebilir.
 
Sonuçlar: Demokrasiye Etkileri ve Riskler
 
Güney Amerika’daki seçimlere dijital müdahaleler, demokratik süreçler üzerinde çok yönlü etkilere yol açmıştır. İlk ve en belirgin sonucu, seçmen davranışının manipülasyonudur. Yukarıdaki Venezuela örneğinde, sosyal medya kampanyaları doğrudan bir seçim sonucunu değiştirecek ölçüde başarılı olabilmiştir. Benzer şekilde, Brezilya’da kitlesel dezenformasyonun Bolsonaro lehine rüzgar estirerek seçim sürecini etkilediği yaygın bir kanıdır. Bu durum, halkın gerçek iradesinin yabancı veya örgütlü çıkar grupları tarafından çarpıtılabileceği endişesini doğuruyor. Seçmenler, maruz kaldıkları yoğun bilgi bombardımanı altında, hangi bilginin doğru olduğunu ayırt etmekte zorlanabilir ve yanlış yönlendirilmiş tercihler yapabilir.
 
İkinci önemli etki, toplumsal kutuplaşma ve güvensizliktir. Dijital propaganda genellikle hedef ülkenin iç çatışmalarını körüklemeye odaklanır. Sosyal medyada yayılan sahte haberler, komplo teorileri ve provokatif söylemler toplumun farklı kesimleri arasındaki uçurumu derinleştirir. Bunun sonucu olarak seçim sonuçları ne olursa olsun, kazanan tarafa diğer tarafın inanmadığı bir ortam oluşur. Örneğin, 2022’de Brezilya’da Bolsonaro kaybettiğinde, destekçilerinin önemli bir kısmı aylardır maruz kaldıkları “hile olacak” propagandası nedeniyle sonuca inanmadı ve şiddet eylemlerine yöneldi. Venezuela’da da her seçimden sonra muhalefet ve iktidar taraftarları, birbirlerinin meşruiyetine dair karşılıklı suçlamalarla toplumu iki kampa bölmüş durumdadır. Yabancı müdahaleler bu kutuplaşmayı amaçlı olarak tetiklediği için, ülke içindeki demokratik uzlaşma imkanları zayıflar. Sonuçta kazanan kim olursa olsun demokrasi yara alır, çünkü geniş bir kitle sürece hile karıştığına inanır.
 
Üçüncü olarak, dijital müdahaleler yerli kurumlara duyulan güveni sarsmaktadır. Seçimleri düzenleyen seçim kurulları, ulusal basın ve yargı gibi kurumlar, dezenformasyon kampanyalarının hedefi haline gelir. Müdahaleciler, bu kurumları itibarsızlaştırarak kendi propaganda mesajlarını güçlendirir. Örneğin bir bot ağı, seçim kurulu başkanının siyasi iktidarla iş birliği yaptığı yönünde binlerce tweet atabilir; veya sahte bir haber sitesinde yalan bir yolsuzluk haberi yayınlayıp bunu sosyal medyada yayabilir. Böylece seçimin emniyet supapları olan kurumlara halkın güveni azalır. Brezilya’da Yüksek Seçim Mahkemesi, 2022 seçimleri boyunca sosyal medyada inanılmaz düzeyde saldırıya uğradı ve yargıçlar haklarında öldürme tehditleri aldı; bunun temelinde çevrimiçi yayılan komplo teorileri vardı. Kurumlara güvenin zayıflaması, uzun vadede demokratik rejimin temellerini aşındırır.
 
Dördüncü olarak, bu müdahaleler uluslararası ilişkileri de gerebilir. Bir ülkenin seçim sürecine diğerinin dijital araçlarla karışması, egemenlik ihlali olarak algılanır ve diplomatik krizlere yol açabilir. ABD ile Venezuela arasında son yıllarda yaşanan gerginliklerin bir boyutu da budur. Venezuela, ABD’yi açıkça “seçimlerimize karışmakla” suçlamakta ve uluslararası platformlarda bunu gündeme getirmektedir. Keza, Latin Amerika ülkeleri Rusya veya Çin’den gelen olası dijital etkilere karşı da hassastır; ABD, kendi müdahaleleri eleştirilince sık sık “ama Rusya/Çin de yapıyor” savunmasına başvurmaktadır. Böylece dijital müdahale konusu, büyük güçler arasında da karşılıklı suçlamalara dönüşüyor. Bu durum, küresel düzeyde bir “enformasyon savaşı” atmosferi yaratmakta ve her ülkenin diğerini suçladığı kısır döngüler oluşturmaktadır.
 
Beşinci olarak, dijital müdahalelerin yan etkilerinden biri de medya ve ifade özgürlüğü alanında tartışmalar yaratmasıdır. Sahte haberleri engelleme iddiasıyla bazı hükümetler sert yasaklara yönelmekte, bu da sansür endişelerini beraberinde getirmektedir. Örneğin, Brezilya’da 2018 sonrası tartışılan “Yalan Haber Yasası” tasarıları, kötü niyetli dezenformasyonu engellemeyi hedeflerken ifade özgürlüğünü kısıtlayabileceği gerekçesiyle eleştirildi. Benzer şekilde, Venezuela hükümeti de dezenformasyona karşı sosyal medyayı daha sıkı kontrol etmek istedikçe muhalefet sansür eleştirisi yapıyor. Yani, yabancı müdahalelerle tetiklenen dezenformasyon krizi, içeride özgürlükler ve güvenlik arasındaki dengeyi zorlayan bir mesele haline geldi.
 
Sonuç itibariyle, dijital müdahaleler demokrasiye olan inancı zedeliyor, seçimlerin meşruiyetini gölgeliyor ve toplumsal barışı tehdit ediyor. Bu müdahalelerin başarıya ulaştığı durumlarda, halkın tercihi yerine manipülatörlerin istediği sonuç alınmış oluyor ki bu da demokratik temsil ilkesine aykırı. Başarısız kaldığı durumlarda dahi, geride komplolar ve güvensizlikler bırakıyor. Uzun vadede, seçmenlerin “nasıl olsa dış güçler belirliyor” diyerek sandıktan soğuması riski var ki bu da katılımın düşmesi ve demokrasiye ilgisizlik anlamına gelir. Latin Amerika, tarihsel olarak darbeler, askeri müdahaleler yaşamış bir bölge olarak, şimdi benzer sonuçları dijital çağda farklı yöntemlerle tecrübe ediyor denebilir.
 
Türkiye ve İslam Dünyasında Dijital Seçim Müdahalesi Riski
 
Dijital emperyalizmin seçimlere müdahale riski, Türkiye ve genel olarak İslam dünyası için de önemli bir endişe kaynağıdır. Türkiye özelinde bakıldığında, hem dış kaynaklı algı operasyonları hem de iç dinamiklerde dijital araçların suistimali gözlemlenmektedir. Batılı medya kuruluşlarının ve sosyal platformların Türkiye’deki seçimlerle ilgili zaman zaman önyargılı veya manipülatif içerikler sunduğu iddiaları mevcuttur. Örneğin, 2023 seçimleri öncesinde bazı dış basın organlarının Türkiye’deki siyasi atmosfere ilişkin tek yanlı yorumlar yapması ve provokatif manşetler atması tepki çekmiştir. Aynı şekilde, seçim sonrasında Batı medyasında çıkan bazı yorumlar, Türk seçmeninin tercihlerini küçümseyen veya itibarsızlaştıran bir tonda olduğundan “dış müdahale” eleştirilerine yol açmıştır. Bu, yumuşak güç kullanarak algı etkileme çabalarının bir boyutudur.
 
Türkiye içinde ise sosyal medya bir yandan halkın sesini duyurduğu demokratik bir mecra iken, diğer yandan yoğun bir dezenformasyon ve manipülasyon alanına dönüşebilmekte. 
 
Dijital Algı Operasyonları ve AK Parti’ye Yönelik Dijital Saldırılar
 
Türkiye’de özellikle son on yılda, sosyal medya ve dijital platformlar üzerinden iktidar partisi AK Parti hükümetine ve AK Partili belediyelere karşı yoğun bir dijital algı operasyonu yürütüldüğü görülmektedir. Bu operasyonlar hem ülke içinden hem de yurt dışından organize edilerek, çeşitli yöntemlerle kamuoyunu etkilemeyi hedeflemektedir. Dijital emperyalizm bağlamında değerlendirilebilecek bu saldırılar; manipülatif içerikler, trol hesaplar, yanlı medya söylemleri ve algoritmik önyargılar gibi araçlarla AK Parti’yi hedef almakta, ancak AK Parti hükümeti de kendi duruşunu savunmak ve bu saldırılara direnmek üzere adımlar atmaktadır. Aşağıda, bu dijital algı savaşlarının belirgin boyutları analitik ve belgeli bir yaklaşımla incelenmiştir.
 
2013 Gezi Parkı Olayları ve Sosyal Medya Manipülasyonu
 
2013 yılındaki Gezi Parkı protestoları, Türkiye’de sosyal medyanın kitlesel hareketleri tetiklemedeki gücünü gösteren ilk büyük örneklerden biri oldu. Gezi eylemleri sırasında Twitter başta olmak üzere sosyal medya üzerinden yayılan asılsız ve provokatif içerikler, genç nüfus başta olmak üzere geniş kitleleri protestolara yönlendirdi. Nitekim AK Parti’nin o dönem yaptırdığı bir sosyal medya analiz raporu, “olayların çıkışında ve yayılmasında Twitter üzerinden yayınlanan yalan bilgi ve belgelerin önemli rol oynadığını” ortaya koymuştur. Raporda, photoshop ile montajlanmış sahte fotoğraflar ve çarpıtılmış haberlerin kullanıcıları aldattığı, provokatörlerin bilinçli dezenformasyon ile eylemleri körüklediği somut örneklerle gösterilmiştir. Bu sayede kısa sürede ciddi bir dezenformasyon dalgası oluşturulmuş; sosyal medya adeta gerçek zamanlı bir provoke aracı işlevi görmüştür. Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın “Twitter denilen bir bela var, yalanın daniskası burada” diyerek sosyal medyayı toplumları kışkırtmak için kullanılan bir mecra olarak nitelemesi de bu tecrübeye dayanıyordu. Sonuç olarak Gezi olayları, dijital platformların manipülasyona ne denli açık olduğunu acı biçimde göstermiş; özellikle gençlerin duygularının ve ideallerinin sosyal medya aracılığıyla nasıl galeyana getirilebileceğine işaret etmiştir.
 
Yerli ve Yabancı Sosyal Medya Trollerinin Sistematik Saldırıları
 
Gezi sonrasında da AK Parti’ye yönelik dijital saldırılar farklı biçimlerde devam etmiştir. Özellikle sosyal medya trolleri olarak tabir edilen sahte veya anonim hesaplar üzerinden yürütülen karalama kampanyaları dikkat çekmektedir. Bu trol hesapların bir kısmı muhalif gruplar ve marjinal örgütlerce yurt içinde yönetilirken, önemli bir bölümü de yurt dışından organize edilmektedir. Amaç, AK Parti ve lider kadrolarını itibarsızlaştırmak, tabanında güvensizlik yaratmak ve toplumu hükümete karşı kışkırtmaktır. Nitekim 2019 yerel seçimleri sonrasında AK Parti içinde hazırlanan bir rapor, partiyi ve partilileri hedef alan yüzlerce troll hesabın sistematik şekilde itibar suikastı yaptığını belgeledi. Bu rapora göre sosyal medya üzerinden AK Parti’ye yönelik hakaret, iftira ve çarpıtma faaliyetleri belirli bir koordinasyonla yürütülmüş; seçim yenilgisi sonrası bazı AK Partili isimler hakkında istifa edeceği yönünde asılsız söylentiler aynı anda birçok hesapça dolaşıma sokulmuştur. Örneğin AK Parti Grup Başkanvekili Özlem Zengin, seçim akabinde “görevden alınacak” diye hedef gösterilmiş; sonradan Zengin’in bizzat hazırladığı rapor, bu tür paylaşımların ardında organize troller olduğunu ortaya koymuştur.
 
Yurt dışı kaynaklı trol faaliyetlerinde ise özellikle Fetullahçı Terör Örgütü (FETÖ) ile ilişkili sosyal medya hesaplarının ve diaspora destekli ağların payı büyüktür. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi sonrasında kapatılan “Fuat Avni” gibi hesaplar, yıllarca hükümet aleyhine komplo teorileri ve manipülatif içerikler yayarak algı operasyonları yürütmüştür. Benzer şekilde PKK sempatizanı bazı hesaplar da terörle mücadele operasyonlarını çarpıtmak, devlet yetkililerini itibarsızlaştırmak amacıyla sosyal medyada koordineli propagandalar yapmıştır. Bu tür ağlar, Türkiye içindeki olayları uluslararası platformlarda da çarpık bir şekilde sunarak ülke imajını zedelemeye çalışmaktadır. Sonuç olarak, hem iç hem dış kaynaklı trol hesaplar üzerinden AK Parti’ye karşı süreklilik arz eden bir dijital saldırı ekosistemi oluştuğu söylenebilir. AK Parti hükümeti ise bu soruna karşı hukuki ve teknik adımlar atmaya başlamıştır (örneğin, 2020’de çıkarılan sosyal medya yasası ile platformların Türkiye’de temsilci bulundurması zorunlu kılınmıştır). Amaç, sosyal medyadaki anonim ve sorumsuz saldırganlığın önüne geçmek ve dijital alanı daha hesap verilebilir hale getirmektir.
 
Yerel Seçimlerde Hizmet Algısı: AK Parti vs. CHP (2019 ve 2024)
 
2019 ve 2024 yerel seçim süreçleri, dijital algı operasyonlarının bir diğer boyutunu gözler önüne sermiştir. Özellikle büyükşehir belediyelerinde AK Parti’nin uzun yıllara dayanan hizmet performansı, muhalefet yanlısı medya organlarınca gölgede bırakılmaya çalışılmış; buna karşın Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) adayları medya desteğiyle parlatılarak öne çıkarılmıştır. 31 Mart 2019 yerel seçimlerinde İstanbul ve Ankara gibi kritik şehirlerin CHP’ye geçmesi, içeride ve dışarıda “AK Parti yenilgisi” söylemiyle sunulmuştur. Oysa ki AK Parti ülke genelinde %44 civarı oy alarak birinci parti olmuştur. Ancak muhalif medya kuruluşları ve sosyal medyadaki algı yönetimi, dikkatleri yalnızca AK Parti’nin kaybettiği büyükşehirlere odaklamış; böylece başarısızlık görüntüsü abartılı biçimde işlendi. Örneğin bazı gazeteler manşetlerinde Erdoğan liderliğindeki AK Parti’nin bu yüksek oy oranından bahsetmezken, muhalefetin kazanımlarını zafer edasıyla sunmuştur. Bu da seçmen nezdinde “başarısız iktidar” algısının oluşmasına zemin hazırlamıştır.
 
Benzer bir strateji 2024 yerel seçim atmosferinde de gözlemlenmiştir. AK Parti, belediyecilik alanında somut projelerini ve hizmet siyasetini vurgulamaya çalışırken; muhalefet cephesi seçimi bir “Erdoğan’ı durdurma” mücadelesi olarak çerçevelemiştir. İktidar kanadı söylemini projeler ve icraatlar üzerine kurup gerilimi düşürmeye gayret ederken, muhalefet özellikle sosyal medyada senkronize bir şekilde hükümet karşıtlığını diri tutmuştur. Neticede, hizmet odaklı siyaset ile algı odaklı siyaset yarışmış ve birçok gözlemciye göre algı siyaseti galip gelmiştir. Bir analizde, “hizmet siyasetine karşı Erdoğan karşıtlığının yarıştığı bu seçimde ‘algı siyaseti’ ilk kez galip geldi” denilerek sürecin özeti yapılmıştır. Nitekim seçim sonrası CHP’li belediye başkanları icraatlarında somut bir üstünlük sergilemeseler bile, destekleyici medya organlarının yoğun propagandasıyla başarılı bulunmuş; buna mukabil AK Partili belediyelerin başarıları aynı ölçüde gündeme taşınmamıştır. Örneğin İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin CHP yönetimine geçmesinin ardından, ulusal ve uluslararası basında yeni yönetimin projeleri büyük övgülerle haberleştirilirken, önceki AK Parti yönetimlerinin benzer projeleri gözardı edilmiş ya da eleştirel bir dille işlenmiştir. Bu durum, medya desteğiyle oluşturulan hizmet algısının gerçekte sunulan hizmetin önüne geçebildiğini göstermektedir.
 
AK Parti hükümeti ve teşkilatı, bu asimetrik algı ortamında kendi başarı hikâyelerini halka anlatmak için alternatif iletişim kanallarına ağırlık vermeye başlamıştır. Geleneksel medyanın yanı sıra sosyal medyada da resmi hesaplar ve gönüllü destekçiler aracılığıyla doğru bilgiyi yayma, yapılan hizmetleri belgeleme çabası görülmektedir. Ayrıca son dönemde devlet destekli fact-checking (doğrulama) inisiyatifleri ve kamu diplomasisi çalışmalarıyla (örn. TRT World gibi uluslararası yayınlar) muhalefetin veya dış medyanın yarattığı algılara karşı karşı anlatı geliştirme stratejisi izlenmektedir. Tüm bunlar, yerel seçimler özelinde yaşanan “algı savaşları”na karşı AK Parti’nin savunma refleksi geliştirdiğini ve kendi direnç mekanizmalarını oluşturma gayretinde olduğunu göstermektedir.
 
Uluslararası Medya Ağlarının AK Parti Karşıtlığı
 
Dijital çağdaki algı operasyonlarının bir diğer cephesi de uluslararası medya kuruluşları ve sosyal medya ağları üzerinden yürütülmektedir. Batı merkezli ana akım medya, AK Parti hükümetine karşı uzun süredir eleştirel ve hatta operasyonel bir tutum sergilemektedir. Bu kuruluşlar, yayın politikalarında Erdoğan liderliğindeki Türkiye’yi otoriterleşen, demokratik normlardan uzaklaşan bir ülke olarak resmetmekte; zaman zaman taraflı ve gerçeklerden kopuk haberlere imza atmaktalar. Özellikle terörle mücadele veya sınır ötesi harekâtlar gibi konularda, Türkiye’nin tezleri yerine terör örgütleri veya muhalif grupların söylemlerine dayanan bir çerçeve sunulduğu görülür. Örneğin 2018’de Afrin’e yönelik Zeytin Dalı Harekâtı sırasında birçok Batı medya organı Türk Silahlı Kuvvetleri’ni sivillere zarar vermekle suçlayan asılsız haberler yayınlamıştır. Kriter Dergisi’nde belirtildiği üzere, *“söz konusu harekât ile alakalı olarak manipülasyon, propaganda ve yalan haberler üretilmiştir”*. Aynı şekilde 2019’da Barış Pınarı Harekâtı başladığında, uluslararası medyada Türkiye’yi işgalci gösteren ve YPG terör örgütünü aklayan bir söylem birliği gözlenmiştir. Bu tür örnekler, dış basında yürütülen algı operasyonlarının bir parçasıdır.
 
Uluslararası medya organlarının Türkiye karşıtı bu yayınları, dijital platformlar aracılığıyla Türk ve dünya kamuoyuna hızla yayılmaktadır. Sosyal medyada da benzer şekilde, küresel ağlar üzerinde Türkiye aleyhine kampanyalar organize edilmektedir. İçerik üreticileri veya sözde insan hakları savunucuları kisvesi altındaki bazı hesaplar, operasyonel içerikler ile Türkiye’yi hedef alır. İçeriklerin ortak noktası, AK Parti iktidarını itibarsızlaştırmak veya Türkiye’nin uluslararası imajına zarar vermektir. Örneğin Türkiye’deki seçimler öncesinde The Economist dergisinin “Erdoğan gitmeli” manşeti atması ve bunu sosyal medyada geniş bir kitleye ulaştırması, yabancı medyanın doğrudan siyasal algıyı etkileme çabasına işaret eder. Benzer şekilde, bazı yabancı devlet yayın organlarının (BBC, DW, VOA Türkçe vb.) Türkçe servisleri üzerinden muhalefet söylemlerine geniş yer verip hükümetin bakış açısını küçümsemesi, Türkiye iç siyasetini etkilemeye yönelik bilinçli bir strateji olarak yorumlanmaktadır.
 
Türkiye hükümeti, bu tür dış kaynaklı algı operasyonlarına karşı uzun süredir “karşı hamle” halindedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan ve üst düzey yetkililer uluslararası platformlarda ve kendi halkına yönelik konuşmalarında, Batı medyasının çifte standartlarını sıklıkla dile getirmektedir. Erdoğan 2024’te bir konuşmasında, “Hiçbir kuralın, değerin, ahlaki sınırın olmadığı sosyal medya mecraları giderek büyük bir operasyon aygıtına dönüşmeye başladı” diyerek küresel sosyal medya alanının nasıl manipülatif amaçlarla kullanıldığını vurgulamıştır. Daha da önce, İçişleri eski Bakanı Süleyman Soylu 2014’te yaptığı bir açıklamada Batı’nın medya araçlarını kullanarak Türkiye’ye operasyon yapmak istediğini belirtmiş; “Bizi kendi değerlerimizin dışında bir anlayış gibi göstermek için ellerinden geleni yapacaklardır” ifadelerini kullanmıştır. Bu sözler, uluslararası medyanın algı oluşturma gayretine karşı Türk hükümetinin farkındalık düzeyini göstermektedir. Nitekim Türkiye, son yıllarda Anadolu Ajansı ve TRT gibi devlet destekli kurumların İngilizce, Arapça, Fransızca gibi çok dilli yayınlarına yatırım yapmış; böylece küresel bilgi dolaşımında kendi perspektifini aktarma çabasını yoğunlaştırmıştır. Bu adımlar, dijital emperyalizme karşı medya egemenliği mücadelesi olarak değerlendirilebilir.
 
Millî Duruşa Sosyal Medya Üzerinden Saldırılar
 
AK Parti iktidarının millî duruşu, yani Türkiye’nin bağımsız politikalar izleme, ulusal çıkarlarını önceleme ve dış baskılara boyun eğmeme çizgisi de dijital saldırıların hedefindedir. Cumhurbaşkanı Erdoğan liderliğinde Türkiye, son yıllarda savunma sanayiinde atılımlar, Doğu Akdeniz’de hak arayışı, terör örgütlerine karşı sınır ötesi harekâtlar ve mülteci krizindeki tutumu gibi konularda özgün bir politika seti ortaya koymuştur. Bu millî çıkar odaklı adımlar, ülke içinde geniş destek görse de, bunları itibarsızlaştırmaya çalışan çevreler de mevcuttur. Özellikle FETÖ ve PKK gibi Türkiye karşıtı yapıların propaganda makinaları, sosyal medya üzerinden Türkiye’nin millî duruşunu kırmaya yönelik aktif kampanyalar yürütmektedir. Örneğin, MİT tırları hadisesi (Suriye Türkmenlerine yardım taşıyan tırların durdurulması) sonrasında FETÖ’cü hesaplar ve onlarla eşgüdümlü muhalif odaklar, devletin terörist gruplara yardım ettiği yönünde bir algı yaratmaya çalışmıştı. Cumhurbaşkanı Erdoğan bu tür durumlarda muhalefeti, “Esed’in, Pensilvanya’nın, Kandil’in ağzıyla konuşmakla” eleştirerek aslında millî duruşa karşı oluşturulan birleşik cepheye dikkat çekmiştir. Bu ifadede geçen “Pensilvanya” FETÖ’yü, “Kandil” ise PKK’yı temsil etmektedir ki, her ikisi de sosyal medya propaganda ağlarını yoğun kullanan yapılardır.
 
Sosyal medyada Türkiye’nin milli çıkarlarına yönelik saldırılar, çoğu zaman uluslararası koordinasyonla da yürütülmektedir. Örneğin Doğu Akdeniz’deki sondaj faaliyetleri sırasında “Türk yayılmacılığı” anlatısının yayılması, Libya ile yapılan deniz sınırı anlaşmasının “provokasyon” olarak etiketlenmesi veya S-400 hava savunma sisteminin alınmasının “NATO’dan kopuş” şeklinde sunulması hep aynı stratejinin parçasıdır. Bu konularda Twitter ve Facebook gibi mecralarda açılan etiketlerin, bot hesaplar ve yabancı hesaplarca desteklenerek dünya gündemine taşındığı gözlemlenmiştir. Stanford Internet Observatory’nin bir analizine göre, dijital ortamlarda psikolojik harp teknikleri Batılı stratejilerin standart bir bileşeni haline gelmiştir. Hatta analizde, İran’da yönetimi itibarsızlaştırmak için İranlı gibi davranan sahte sosyal medya hesaplarının içeriden aşırı görüşleri savunur göründüğü, başka bazı hesapların ise Afgan mültecilere iftira atan yalan hikâyeler yaydığı tespit edilmiştir. Bu tür örnekler, benzer dijital harp taktiklerinin Türkiye’nin milli duruşunu hedef almak için de kullanılabileceğini göstermektedir. Nitekim Türkiye’nin terörle mücadele operasyonlarında da zaman zaman sahte görüntüler, eski fotoğraflar veya kurgulanmış haberlerle kara propaganda yapılmaya çalışıldığı bilinmektedir. Ancak AK Parti hükümeti, millî bağımsızlık çizgisinden taviz vermeden bu saldırıları boşa çıkarmaya odaklanmıştır. Gerek geleneksel diplomasiyle gerekse dijital diploması araçlarıyla (resmi kurumların sosyal medya hesapları, uluslararası yayın organları, yabancı dilde içerik üretimi vb.) Türkiye’nin haklı tezlerini dünya kamuoyuna anlatmaya devam etmektedir.
 
Sosyal Medya Platformlarında Algoritmik Önyargılar
 
Dijital algı operasyonlarının teknik bir boyutu da sosyal medya platformlarının algoritmaları ile ilgilidir. Facebook, Twitter, YouTube, Instagram gibi büyük platformlar, kullanıcıların ne göreceğini belirleyen karmaşık algoritmalar kullanmaktadır. Bu algoritmik sistemler çoğu zaman tarafsız değildir; ticari veya siyasi saiklerle belirli içerikleri öne çıkarıp bazılarını görünmez kılabilmektedir. AK Parti cephesinde, bu platformların algoritmalarının da AK Parti karşıtı içerikleri orantısız biçimde ön plana çıkardığı yönünde bir kanaat oluşmuştur. Örneğin Twitter’da Türkiye gündeminde, algoritmaların da etkisiyle hükümet aleyhtarı etiketlerin çok hızlı ve yaygın şekilde trend olabildiği sıkça görülmüştür. 2021 yazında yaşanan orman yangınları sırasında ortaya çıkan #HelpTurkey etiketi buna çarpıcı bir örnektir. İngilizce olarak “Türkiye’ye yardım edin” çağrısıyla açılan bu etiket, kısa sürede milyonlarca tweet alarak dünya gündeminde üst sıralara tırmandı. Sonradan yapılan ağ analizleri, Help Turkey etiketinin yayılımında çok sayıda bot ve sahte hesabın rol aldığını ortaya koymuştur. Dijital dezenformasyon uzmanı Marc Owen Jones’un incelediği 160 bin etkileşim verisi, etiket altında en çok paylaşım yapan hesapların yeni açılmış veya otomasyona bağlanmış hesaplar olduğunu ve bu kampanyanın yapay bir şekilde büyütüldüğünü göstermiştir. Bu tür olaylar, sosyal medya algoritmalarının koordineli kötüye kullanım sonucu nasıl bir algı tsunamisi yaratabileceğine işaret etmektedir.
 
Platform algoritmalarının sorunsuz olmadığı, bizzat Batı ülkelerinde de tartışma konusudur. Avrupa Birliği’nin Dijital Hizmetler Yasası gibi girişimleri, sosyal medya şirketlerinden algoritmik şeffaflık talep etmektedir. Kullanıcılar ve sivil toplum kuruluşları da tarafsız ve adil içerik dağılımı için platformların haber akışı ve öneri sistemlerini şeffaflaştırmaları çağrısını yapmaktadır. Zira algoritmaların mevcut haliyle kutuplaştırıcı etkiler doğurduğu, yerel ve milli içerikleri geri plana itip küresel ve popüler olanı dayattığı yönünde endişeler vardır. Türkiye özelinde de durum benzerdir: Milyonlarca kullanıcıya sahip bu ağlar, global trendleri ve baskın görüşleri öne çıkarırken, Türkiye’nin hassasiyetlerini yansıtan içerikler ya gölgede kalmakta ya da “uygunsuz” etiketiyle sansüre uğramaktadır. Örneğin, İslamofobik bir kampanya olan #StopIslam etiketi Avrupa’da trend olduğunda, içeriklerinin nefret söylemi taşımasına rağmen uzun süre engellenmediği raporlanmıştır; bu esnada benzer şekilde açılan Türkiye destekli etiketler çok daha hızlı biçimde kaldırılabilmektedir. Bu çifte standart algısı, AK Parti hükümetinde sosyal medya şirketlerine karşı haklı bir tepkiyi beslemiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan, sosyal medya mecralarının “hiçbir kuralın, değerin, ahlaki sınırın olmadığı, giderek büyük bir operasyon aygıtına dönüştüğünü” vurgulayarak bu platformlara karşı hukuki ve mali tedbirler alınacağını açıklamıştır. Nitekim 2020’de çıkarılan sosyal medya yasası ile Facebook, Twitter gibi ağlara Türkiye’de temsilci bulundurma ve verileri Türkiye’de depolama zorunluluğu getirilmiştir. 2022’de yürürlüğe giren dezenformasyonla mücadele yasasıyla da bile bile yalan haber yayanlara hapis cezaları öngörülmüştür. Bu adımlar, algoritmik önyargılarla da mücadeleyi kapsayan daha geniş bir dijital egemenlik mücadelesinin parçalarıdır.
 
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 2024’te yargı mensuplarına hitaben yaptığı konuşmada, sosyal medyanın denetimsizliğine ve algı operasyonlarına vurgu yapması, Türkiye’nin dijital alandaki meydan okumalara karşı duruşunu gösteriyor. Erdoğan bu konuşmasında, “ahlaki sınırı olmayan sosyal medya mecralarının büyük bir operasyon aygıtına dönüştüğünü” belirterek dijital platformların toplum üzerindeki etkisine dikkat çekmiştir.
 
Sonuç: AK Parti’nin Pozisyonu ve Direnci
 
Tüm bu boyutlarıyla değerlendirildiğinde, Türkiye’nin maruz kaldığı iç ve dış kaynaklı dijital saldırıların önemli ölçüde AK Parti’yi hedef aldığı anlaşılmaktadır. Gezi Parkı olaylarından itibaren devreye sokulan sosyal medya manipülasyonları, seçim dönemlerinde yoğunlaşan algı yönetimi taktikleri, uluslararası medyanın önyargılı yayınları ve algoritmik dezenformasyon gibi unsurlar, bir bütün halinde dijital emperyalizmin yeni tezahürleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Hedef alınan AK Parti hükümeti ise bu operasyonlar karşısında zamanla daha bilinçli, dirençli ve proaktif bir tutum geliştirmiştir.
 
AK Parti, bir yandan yasal ve teknik önlemlerle dijital alanı düzenlemeye çalışırken, diğer yandan kendi hakikatini ulusal ve uluslararası kamuoyuna anlatmak için iletişim kanallarını çeşitlendirmiştir. İletişim Başkanlığı bünyesinde yürütülen çalışmalar, dezenformasyonla mücadele platformlarının kurulması, Anadolu Ajansı ve TRT gibi kurumların çok dilli yayın kapasitesinin artırılması hep bu mücadelenin parçalarıdır. Dijital algı savaşlarında savunma kadar karşı atak yapmanın da gerekliliğine inanılmış; “Türkiye’yi dijital kuşatmaya alma” girişimlerine karşı “dijital diplomasi” hamleleri devreye sokulmuştur.
 
Sonuç olarak, AK Parti hükümeti dijital mecralarda maruz kaldığı yoğun saldırılara rağmen millî duruşundan taviz vermemiş, aksine bu alanda kendi ekosistemini güçlendirme yoluna gitmiştir. Her türlü yönlendirme ve manipülasyona karşın halkın iradesine güvendiğini vurgulayan AK Parti, gerçeklerin er ya da geç ortaya çıktığına inanarak şeffaf bir iletişim stratejisi izlemeye çalışmaktadır. Bu süreç, klasik jeopolitik mücadelelerin sanal dünyadaki uzantısı olarak da görülebilir: Bir yanda küresel aktörlerin ve onların yerli uzantılarının yürüttüğü dijital emperyalizm, diğer yanda Türkiye’nin egemenlik mücadelesi. AK Parti’nin deneyimi, dijital saldırılar karşısında ulusal dayanıklılık gösterme ve kendi hikâyesini dijital mecra üzerinden de yazabilme çabasının önemli bir örneğini sunmaktadır. Bu direnç ve kararlılık sayesinde, dijital algı operasyonlarının gerçeklerle gölgelenmesi ve toplumsal bağışıklığın zaman içinde güçlenmesi mümkün olabilecektir.
 
İslam dünyasının geneline baktığımızda, dijital seçim müdahalesi riski benzer şekilde endişe vericidir. Birçok Müslüman çoğunluklu ülkede sosyal medya kullanım oranları hızla artmakta, özellikle genç nüfus haber ve siyasi tartışmalar için büyük ölçüde bu platformlara yönelmektedir. Ancak bu durum, dış müdahalelere açık yeni bir cephe oluşturuyor. Dijital emperyalizm, İslam ülkelerinde bazen kültürel veya mezhepsel fay hatlarını derinleştirmek suretiyle de tezahür edebiliyor. Örneğin Ortadoğu’da farklı mezhep gruplarını karşı karşıya getiren provokatif içerikler, ya da Güney Asya’da İslam’ı hedef alan hakaret kampanyaları dış kaynaklarca körüklenebiliyor. Bu tür dezenformasyon saldırıları, toplumlarda kültürel kırılmalar meydana getirerek ulusal birlik ve beraberliğe zarar veriyor. Örneğin bir ülkede etnik veya dini bir azınlık hakkında sosyal medyada dolaşıma sokulan sahte haberler, çoğunluğun siyasi tercihlerinde o azınlığa mesafeli veya düşmanca bir tutum gelişmesine yol açabilir. Bu da seçimlerdeki tercihleri dolaylı olarak etkileyerek adil temsil ilkesini zedeleyebilir.
 
Ayrıca, dijital seçim müdahaleleri toplumsal güven duygusunu zedeleyerek uzun vadede ciddi yaralar açmaktadır. Seçim sonuçlarına duyulan güvenin sarsılması, halkın demokratik mekanizmalara inancını yok edebilir. İslam toplumlarında yönetime itaat ve toplumsal düzen, yönetenlerin adaletine ve seçim süreçlerinin dürüstlüğüne bağlıdır. Eğer seçmenler sosyal medyada gördükleri bilgiye güvenemez hale gelir, her tarafın yalan yaydığına inanırsa, toplumsal kutuplaşma artar ve fitne ortamı oluşur. Bu da İslam’ın birlik ve kardeşlik ilkelerine aykırı şekilde, ümmet içinde ayrışmalara yol açar.
 
SONUÇ
 
Dijital emperyalizmin sosyal medya ve yapay zekâ yoluyla seçimlere müdahalesi, 21. yüzyılın en önemli demokratik meydan okumalarından birini teşkil etmektedir. Cambridge Analytica skandalından Hindistan’daki WhatsApp propagandalarına, Ukrayna’daki deepfake vakasından Latin Amerika’daki bot ordularına kadar pek çok örnek, teknoloji güdümlü manipülasyonun küresel bir sorun olduğunu kanıtlamıştır. Bu sorunla mücadele için şeffaflık, dijital okuryazarlık ve uluslararası düzeyde etik teknoloji kullanım ilkelerinin benimsenmesi elzemdir. İslam dünyasında da hem teknik hem de ahlaki bir farkındalık geliştirilmeli; seçim güvenliğini tehdit eden dijital saldırılara karşı şeffaflık, adalet ve güvenilirlik ilkeleri kararlılıkla savunulmalıdır. Aksi halde, dijital emperyalizmin sinsi yöntemleri demokratik iradeyi gölgelemeye ve zihinsel sömürgecilik yoluyla toplumları kontrol altına almaya devam edecektir.
 
Cambridge Analytica skandalıyla görünür hâle gelen dijital seçim manipülasyonu pratikleri, aslında çok daha geniş bir küresel sorunun yalnızca başlangıcını temsil etmektedir. Dijital araçlar, büyük veri analitiği, yapay zekâ destekli algoritmalar ve mikrohedefleme teknikleri, demokratik sistemlerin temelini oluşturan şeffaflık, özgür irade ve eşit propaganda imkanlarını aşındırmakta; seçim süreçlerini adaletsiz ve yönlendirilmiş hâle getirmektedir. Dijital teknolojiler, klasik propaganda araçlarını geride bırakarak seçmen davranışlarını bireysel düzeyde yönlendirme kapasitesine ulaşmış, böylece seçimler daha başlamadan bazı aktörler lehine sonuçları şekillendirebilir hâle gelmiştir.
 
Hindistan’da dinsel gerilimleri körükleyen içeriklerle seçim kazanmak, Güney Amerika’da ekonomik belirsizlikleri popülist manipülasyonlarla yönlendirmek, Türkiye’de ise toplumsal kutuplaşma ekseninde veri temelli propaganda yürütmek, bu sürecin bölgesel tezahürleri olarak karşımıza çıkmaktadır. Tüm bu örnekler, dijital emperyalizmin artık yalnızca kültürel değil, doğrudan siyasal bir araç hâline geldiğini kanıtlamaktadır.
 
Dolayısıyla seçim güvenliği artık sadece oy sandığının fiziki bütünlüğüyle sınırlı değildir. Asıl mücadele, seçmen zihinlerinin güvenliğini sağlamakla ilgilidir. Bunun için teknoloji şirketlerinin şeffaflığı, veri kullanımı konusunda yasal düzenlemeler, uluslararası etik protokoller ve ulusal dijital kapasitenin geliştirilmesi zorunludur. Aksi takdirde, seçim süreçleri dış müdahalelere açık, yönlendirilebilir ve manipülasyona son derece elverişli yapılar olarak kalacaktır. Makalenin ortaya koyduğu üzere, dijital çağda demokrasinin savunulması, artık dijital alanın egemenliğini elde tutmakla mümkün olacaktır.
 
 
 
 
VI- Katliamın Kodları: Yapay Zekâ ile Yürütülen Savaşlar ve Sivillere Yönelik Dijital Tetikçilik
 
 
21.yüzyılın savaşları, artık sadece barutla değil, kodlarla yürütülüyor. Askerî operasyonlar, tanklar ve tüfeklerle değil; algoritmalar, sensörler ve yapay zekâ destekli karar sistemleriyle şekilleniyor. Bu yeni savaş biçimi, insanlık için etik, hukuki ve vicdani derin bir kriz barındırıyor: Artık sivillerin hayatına dair kararları, duygudan, merhametten ve ayırt etme yetisinden yoksun yapay zekâ sistemleri veriyor.
 
1. Savaşın Yeni Silahı – Yapay Zekâ ve İnsanlığın Krizi
 
Yapay zekânın savaş alanında kullanımı, sadece teknolojik bir ilerleme değil, aynı zamanda insanlık onuruna yönelik ciddi bir tehdittir. Yapay zekânın savaşlarda kullanılmasının en çarpıcı örneği, son Gazze saldırılarında yaşandı. İsrail’in, binlerce sivilin yaşamını yitirdiği operasyonlarında yapay zekâ destekli hedefleme sistemleri kullandığı, uluslararası basına ve insan hakları örgütlerine yansıyan bilgilerle ortaya konmuştur. İsrail'in Gazze'deki saldırılarında kullandığı "Lavender" ve "Habsora" gibi yapay zekâ sistemleri, hedef belirleme süreçlerinde insan denetimini minimize ederek, sivil kayıpların artmasına neden olmuş ve ve bunun sonucunda çocuklar, kadınlar ve yaşlılar dâhil olmak üzere on binlerce masum insanın hayatını kaybettiği belirtilmektedir. Bu sistemler, istihbarat verilerini analiz ederek, potansiyel hedefleri otomatik olarak belirlemekte ve bu hedeflere yönelik saldırılar gerçekleştirmektedir. Ancak bu süreçte, sivil yerleşim alanları ve masum insanlar da hedef alınmakta, bu da uluslararası hukuk ve insan hakları açısından ciddi ihlallere yol açmaktadır.
 
Benzer şekilde, Rusya-Ukrayna savaşında da yapay zekâ destekli silah sistemlerinin kullanımı dikkat çekmektedir. Her iki taraf da, otonom silah sistemleri ve yapay zekâ destekli karar verme mekanizmalarıyla savaşın seyrini etkilemektedir. Bu durum, savaşın insani boyutunu göz ardı ederek, teknolojik üstünlük arayışının ön plana çıktığını göstermektedir.
 
Bu gelişmeler, yapay zekânın savaş alanında kullanımının sadece bir teknoloji meselesi olmadığını, aynı zamanda etik, hukuki ve insani değerler açısından ciddi bir sorgulamayı gerektirdiğini ortaya koymaktadır. Savaşlarda yapay zekâ kullanımının denetlenmesi ve uluslararası hukuk çerçevesinde sınırlandırılması, insanlık onurunun korunması açısından hayati öneme sahiptir.
 
2. Gazze’de Algoritmik Katliam: Microsoft’un Rolü ve Protestolar
 
İsrail’in Gazze’ye yönelik 2023-2024 tarihli saldırılarında sivillere karşı yapay zekâ destekli hedefleme sistemleri kullandığı, uluslararası medya ve insan hakları örgütleri tarafından doğrulanmış bir gerçektir. Bu sistemlerin başında, İsrail Savunma Kuvvetleri’nin (IDF) kullandığı ve kısa sürede binlerce hedefi otomatik olarak tespit edebilen Habsora (The Gospel) sistemi gelmektedir. Yapay zekânın, istihbarat verileri, sosyal medya taramaları ve geçmiş saldırı örüntülerini analiz ederek saldırı hedeflerini belirlemesi, geleneksel savaş hukuku ilkelerini adeta devre dışı bırakmaktadır. Bu sistemlerin geliştirilmesinde ve işletilmesinde Microsoft'un sağladığı bulut bilişim ve yapay zekâ hizmetleri önemli bir rol oynamıştır. 
 
Daha da çarpıcı olan, bu sistemlerin arkasında Amerikan teknoloji devleri ve bunların sağladığı altyapının yer almasıdır. İddialara göre, Microsoft’un Azure bulut sistemi ve yapay zekâ destekli analitik araçları, İsrail ordusunun veri analiz altyapısına entegre edilmiştir. Microsoft’un eski ve mevcut bazı çalışanları, bu iş birliklerinin “savaş suçlarına ortaklık anlamına geldiğini” savunmuş; geçtiğimiz haftalarda ABD’de bir yapay zekâ seminerinde Microsoft CEO’su Satya Nadella’yı protesto etmişlerdir. “Microsoft, savaş suçlarının ortağıdır” yazılı dövizler taşıyan çalışanlar, semineri basarak şirketin Gazze’deki saldırılarda “dijital silah sağlayıcı” konumunda olduğuna dikkat çekmiştir.
 
Microsoft'un İsrail ordusuna sağladığı teknoloji desteği, şirket içinde ve dışında ciddi tepkilere yol açmıştır. Şirketin 50. yıl dönümü kutlamalarında, çalışanlar Vaniya Agrawal ve Ibtihal Aboussad, Microsoft'un İsrail ile olan iş birliklerini protesto etmişlerdir. Agrawal, etkinlikte yaptığı konuşmada, "Gazze'de 50 bin Filistinlinin Microsoft teknolojisiyle öldürüldüğünü" ifade ederek, şirketin bu katliamdaki sorumluluğunu vurgulamıştır.
 
Protestoların ardından her iki çalışan da işten çıkarılmıştır. Bu durum, Microsoft'un ifade özgürlüğüne ve çalışanlarının etik kaygılarına karşı tutumunu sorgulatmıştır. Ayrıca, şirketin iç iletişim platformlarında İsrail'e yönelik eleştirilerin sansürlenmesi, çalışanlar arasında rahatsızlık yaratmıştır.
 
Microsoft'un İsrail ile olan iş birlikleri, sadece şirket içi protestolarla sınırlı kalmamış, aynı zamanda uluslararası kamuoyunun da dikkatini çekmiştir. Associated Press tarafından yapılan bir araştırma, Microsoft ve OpenAI'ın yapay zekâ modellerinin, Gazze ve Lübnan'da bombalama hedeflerini seçmek için İsrail askeri programının parçası olarak kullanıldığını ortaya koymuştur.
 
Bu gelişmeler, teknoloji şirketlerinin savaşlarda oynadığı rolü ve etik sorumluluklarını yeniden değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Microsoft'un İsrail'e sağladığı teknoloji desteği, sadece bir iş anlaşması değil, aynı zamanda insan hakları ihlallerine ortaklık anlamına gelmektedir. Bu nedenle, teknoloji şirketlerinin, ürün ve hizmetlerinin nasıl kullanıldığını daha dikkatli bir şekilde değerlendirmeleri ve etik ilkelere uygun hareket etmeleri gerekmektedir.
 
3. Uluslararası Hukuk ve Yapay Zekâ ile İşlenen Savaş Suçları
 
Yapay zekânın savaşlarda kullanımı, yalnızca bir teknoloji meselesi değil; doğrudan insan hakları, uluslararası hukuk ve savaş etiği meselesidir. Özellikle Gazze gibi sivillerin yoğun yaşadığı bölgelerde, algoritmalar tarafından belirlenen hedeflerin bombalanması, savaş suçu niteliği taşımaktadır.
 
Cenevre Sözleşmeleri ve Sivillerin Korunması: Uluslararası insancıl hukukun temel dayanaklarından biri olan 1949 Cenevre Sözleşmeleri, savaşta askerî hedef ile sivil hedefin ayrımını zorunlu kılar. Sivillerin, sivil yerleşimlerin, okulların, hastanelerin ve ibadethanelerin doğrudan ya da dolaylı biçimde hedef alınması, açıkça savaş suçu sayılır.
 
Ancak yapay zekâ sistemlerinin kullandığı otomatik hedefleme mekanizmaları, bu ayrımı çoğu zaman yetersiz veriyle, kültürel bağlamdan kopuk, ön yargılı veritabanlarıyla yapar. İsrail’in Habsora sistemine ilişkin ortaya çıkan bilgiler, binlerce hedefin “dakikalar içinde” makine tarafından belirlenip hemen bombalandığını göstermektedir. Bu süreçte sivil varlıkların isabet alma olasılığı “kabul edilebilir yan zarar” kategorisine alınarak meşrulaştırılmakta; ancak gerçekte bu, insan hayatını istatistiksel bir değer haline getiren vahşi bir matematiğe dönüşmektedir.
Komuta Zinciri Sorunu: Yapay Zekâya Suç Atılır mı? Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin (UCM) temel ilkelerinden biri, bir savaş suçunda “komuta eden kişi” ya da karar verici sorumlu tutulur. Ancak yapay zekâ destekli sistemlerde karar verme süreci, insan denetiminden çıkarılarak makinelere devredilmektedir. Bu, savaş hukuku açısından büyük bir gri alan yaratır.
 
Kimin neye, ne zaman karar verdiği belirsizleştiğinde, sorumluluk mekanizması ortadan kalkar. Komutan “algoritma seçti” diyebilir, yazılımcı “ben sadece kodladım” diyebilir, mühendis “veriyi kim girdi bilmiyorum” diyebilir. Bu zincir kırıldığında, adalet sistemleri suçun failini belirlemekte çaresiz kalır. Sonuç? İnsanlar ölüyor, ama hiçbir insan sorumlu tutulmuyor.
 
Bu nedenle Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Af Örgütü gibi kurumlar, yapay zekâ ile çalışan otonom silah sistemlerinin (killer robots) kesin olarak yasaklanmasını ve uluslararası hukuka açıkça aykırı ilan edilmesini talep etmektedir.
 
Örnek Olay: Gazze’de Yapay Zekâ Tabanlı Hedefleme: İsrail’in 2023 sonu ve 2024 başında Gazze’ye yönelik gerçekleştirdiği bombardımanlarda, BBC ve The Guardian gibi kurumların ulaştığı askeri kaynaklar, İsrail ordusunun Habsora sistemi aracılığıyla hedefleme yaptığını itiraf etmiştir. Bu sistemin geliştirilmesinde, sivil teknolojilerin (yüz tanıma, veri analiz, konum bazlı uygulamalar) askeri amaçla entegre edildiği; buna Amerikan ve Avrupalı teknoloji devlerinin altyapı sağladığı bilinmektedir.
 
Açığa çıkan bazı raporlara göre:
Günde 1000’den fazla hedef, sistem tarafından insan eli değmeden oluşturuluyor.
Bu hedeflerin çoğunun “göreli olarak düşük stratejik değer taşıyan hedefler” olduğu, ancak sivil alanlara yakın oldukları görülüyor.
İsrail’in bazı askeri yetkilileri, “çok sayıda sivil ölümü göze alarak vur emri verildiğini” ifade ediyor.
Bu itiraflar, Cenevre Sözleşmelerini doğrudan ihlal eden bir teknolojik savaş mimarisinin varlığına işaret eder. Habsora ve benzeri sistemler, sadece bir savaş aracı değil; “algoritmik soykırım”ın ara yüzüdür.
 
4. Etik Açıdan Yapay Zekâ ile Savaş: Vicdanı Olmayan Silahlar
 
Yapay zekâ teknolojisinin savaş alanında kullanılmaya başlaması, yalnızca hukuki değil, aynı zamanda derin bir ahlaki ve felsefi krizi de beraberinde getirmektedir. Bugüne kadar savaşlar, her ne kadar acımasız ve yıkıcı olsa da en nihayetinde kararları insanlar verir, komutanlar sorumluluk alır, askerler emirleri sorgulayabilirdi. Ancak bugün, “karar verme” yetkisi dahi insan aklından çıkartılıp bir algoritmaya emanet ediliyor. Bu, teknolojik ilerlemenin değil, ahlaki gerilemenin açık göstergesidir.
 
Sorumluluk Bilmeyen Bir Zekâ: İnsanlık Yerine Matematik: Yapay zekâ sistemleri belirli algoritmalarla çalışır. Onlar için bir binada üç terörist ve otuz sivil varsa, bu sayısal denklemde karar “etki büyüktür, vur” olabilir. Oysa insan, o otuz çocuğun hayalini, oyun saatini, ailesini ve masumiyetini görebilir. Yapay zekâ, vicdan taşımaz. Empati üretmez. Pişmanlık duymaz.
 
Bu bağlamda, yapay zekâ destekli savaş sistemleri yalnızca teknoloji değil; vicdansızlık üretim merkezleridir. Askerlerin psikolojik bariyerlerini, ahlaki sorgulamalarını devre dışı bırakmakta; kararı bir makineye yükleyerek “sorumluluk kaybı” yaşanmasına neden olmaktadır.
 
İslam’ın Savaş Ahlakı ile Yapay Zekâ Çelişkisi: İslam medeniyetinde savaşın da ahlâkı vardır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), savaşta yaşlılara, kadınlara, çocuklara ve hatta ağaçlara dahi dokunulmasını yasaklamıştır. Savaşta bile insan kalabilme sınavı vardır. Ancak bugün, yazılım laboratuvarlarında geliştirilen saldırı sistemleri bu sınavı daha en baştan kaybetmiştir.
Yapay zekâ sistemleri, “hak-batıl” ayrımını, “helal-haram” ölçüsünü, “kul hakkı” sorumluluğunu bilmez. Onların referansı algoritmadır, Kur’an değil; insaniyet değil, verimlilik kuralıdır.
 
Bu yüzden yapay zekâ teknolojisinin ahlaki temellerden yoksun şekilde savaşa entegre edilmesi, yalnızca uluslararası hukuk değil; fıtrat, adalet ve insaf duygusunun da ihlali anlamına gelir.
 
Sessiz Kalan Bilim, Karanlığı Onaylar: Teknoloji üreticileri, kendilerini “tarafsız bilim insanları” olarak lanse etmektedir. Ancak bilim, kimin elinde ve ne için kullanılıyorsa, o yönde taraflıdır. Nitekim bugün kullanılan bu sistemleri yazan mühendislerin bir kısmı, Microsoft, Google gibi dev şirketlerde çalışmakta ve bazıları bu suç ortaklığına sessiz kalmaktadır. Bazıları ise artık susamıyor.
 
Geçtiğimiz günlerde Microsoft’un CEO’su Satya Nadella’nın katıldığı bir yapay zekâ semineri, şirket çalışanları tarafından “Microsoft, Gazze’deki katliamın ortağıdır” sloganlarıyla basıldı. Protestocular, şirketin İsrail ordusuna altyapı desteği sunarak binlerce sivilin ölümüne katkı sağladığını haykırdı.
 
Bu olay, etik sorumluluğun yazılım kodlarının da ötesine geçtiğini, vicdanın mühendis odasında da susmaması gerektiğini göstermektedir.
 
5. Türkiye ve İslam Dünyası Ne Yapmalı? Sessizlik Suç Ortaklığıdır
 
Savaşların yazılım destekli cinayetlere dönüştüğü bu çağda, İslam dünyasının suskunluğu, sadece stratejik bir zayıflık değil, ahlaki bir çöküştür. Gazze’deki çocukların bedenleri, sadece bombalarla değil; kararları algoritmalarla şekillendirilen yapay zekâ destekli savaş makineleriyle parçalanıyor. Bu noktada Türkiye başta olmak üzere İslam ülkeleri, hem siyasi hem ahlaki hem de teknolojik düzeyde yeni bir duruş geliştirmek zorundadır.
 
Türkiye: Dijital Savaşlara Karşı Vicdan Cephesi Kurmalı: Türkiye, hem tarihî misyonu hem de güncel jeopolitik ağırlığı nedeniyle bu dijital savaş çağında İslam dünyasının vicdan kalesi olmalıdır. Türkiye’nin liderliğinde:
 
Uluslararası alanda “Yapay Zekâ ve İnsanlık Onuru” deklarasyonu yayınlanmalıdır. Bu metin, sivillere karşı algoritmik hedefleme sistemlerinin açıkça “savaş suçu” kabul edilmesini ve bu teknolojilerin silah olarak kullanımının yasaklanmasını talep etmelidir.
 
Birleşmiş Milletler, İslam İşbirliği Teşkilatı ve G20 gibi platformlarda Türkiye bu gündemi ısrarla taşımalıdır. Sessiz kalınan her dakika, katliamları meşrulaştırır.
 
Türkiye’nin sahip olduğu teknoloji birikimi, savunma değil; savunulan değerler için kullanılmalıdır. Yapay zekâ ve yazılım alanında çalışan tüm kurumlara, “fıtrat merkezli etik kodlama” ilkesi benimsetilmelidir.
 
Üniversitelerde, TÜBİTAK’ta, Aselsan gibi stratejik kurumlarda etik yapay zekâ çalışmaları desteklenmeli, bu alanda İslami ve insani değerleri merkez alan özgün araştırma merkezleri kurulmalıdır.
 
İslam Dünyası Ortak Dijital Savunma Geliştirmelidir
 
İslam İşbirliği Teşkilatı (İİT) bünyesinde “Dijital Hakikat Komisyonu” gibi birimlerle Batı menşeli dijital saldırıların etkileri araştırılmalı, raporlanmalı ve dünyaya teşhir edilmelidir.
 
Türkiye, Malezya, Pakistan ve Katar gibi ülkelerin öncülüğünde, yapay zekâ, büyük veri ve dijital medya alanlarında ortak yazılım merkezleri kurulmalı; hem teknolojik bağımsızlık kazanılmalı hem de sivil ölümleri önleyecek etik algoritmalar geliştirilmelidir.
 
Filistin’e, Yemen’e, Suriye’ye uygulanan algoritmik soykırımların belgelenmesi için İslami insan hakları kuruluşları tarafından bağımsız adli teknik ekipler oluşturulmalı, suç delilleri toplanmalı ve Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne taşınmalıdır.
 
Teknoloji Tarafsızdır” Söylemi Çökertilmelidir: Bugün İslam dünyası, Batı’nın bir dönem nükleer silahlarla yaptığı tahribatı, şimdi yapay zekâ eliyle yaşıyor. O dönemde Hiroşima’da bomba bırakan uçağın pilotu, “Ben sadece emirleri uyguladım” diyordu. Bugün ise veri analisti, “ben sadece yazılım geliştirdim” diyor.
 
Ama sorumluluk hep aynı yerde duruyor: İnsanlığın vicdanında.
 
İslam dünyası bu tarihi çağrıyı duymak zorundadır:
 
“Kodları insanlık için yazmadıysan, algoritmaların diliyle cinayet işlersin.”
 
 


Bu haber toplam 482 defa okunmuştur
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Diğer Haberler

İMSAKGÜNEŞÖĞLEİKİNDİAKŞAMYATSI
04:2205:4411:4514:5817:3418:49

Tüm Hakları Saklıdır © 2013 Eğitimle Diriliş | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.