SAKLI ULEMAYI KEŞFEDEBİLMEK: MARAŞ'TAN MARAKEŞ'E FİKRİ TUNA / Köşe Yazısı - Mehmet ORMAN

Mehmet ORMAN
Kıymetli okurlarımız, dergimizin bu sayısında Prof. Dr. Fethi Güngör Hoca’nın “Maraş’tan Marakeş’e” isimli eseri ele alınmıştır. Yazı, “Saklı Ulemayı Keşfedebilmek: Maraş’tan Marakeş’e Fikri Tuna” başlığıyla Mart 2022’de uzaktan gerçekleştirilen ‘Kitap Kahve’ programımızdan derlenmiştir. Dolayısıyla konuşma dilinden yazı diline aktarılırken metinde elzem müdahaleler yapılmıştır. Feyizli okumalar dileriz.
Prof.Dr. Fethi Güngör: Kafkasya’dan Kayseri’ye
1964 baharında Kayseri ili Pınarbaşı ilçesinin bir köyünde dünyaya gelmişiz. İlkokulu köyümde, ortaokul ve liseyi yine Kayseri'nin bir ilçesi olan Develi'de, İmam Hatip Lisesi'nde yatılı olarak okudum. Ardından İstanbul'da, Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesine devam ettim.1986 yılında mezun oldum. Aynı yerde Tefsir alanında yüksek lisans yaptım.
Marmara İlahiyat’ın ilk dönem öğrencileriyiz. Bizden önce yüksek İslam Enstitüsü idi,1982'de ilahiyat fakültesine dönüştü. Biz o yıl kaydolmuştuk ve bazı arkadaşlarımızla Hazırlık sınıfını atlayıp doğrudan 1. Sınıfa başlamıştık. Bu yüzden biz dört senede bitirdik, bazı arkadaşlarımız beş senede bitirdiler.
1987’den itibaren Tefsir dalında yüksek lisans yaptım. Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi'nde bir risale bulmuştum. Kataloglara girmemiş. Ramazan Şeşen’in, Fuat Sezgin'in vb. katalog çalışması yapan hocaların gözünden kaçmış. Bir mecmuanın içine sıkışmış bu risale ‘Hakkında Ayet İnen Kimseler’ ile ilgiliydi. O Arapça risaleyi tez çalışması halinde tahkik ettim. Tez çalışmam bittikten sonra askerlik görevimi ifa ettim. 21 Aralık 1991’de Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) çökmüştü.
Benim dedelerim Kafkasya'dan gelmiş, yüz altmış yıl kadar önce. Onun için oralara gitmeyi çok istiyordum. Demir Perde’nin yıkılması üzerine ata yurdumu baştan sona ziyaret ettim. Oralara gidince ilahiyat tahsilinin tek başına yeterli olmadığına kanaat getirdim ve sosyoloji alanına yöneldim. Çünkü nihayetinde mesajın iyice kavranması ve öğrenilmesi için ilahiyat tahsili önemlidir ama toplumun anlaşılması ve toplumsal davranışların iyice analiz edilebilmesi için sosyolojiye ihtiyaç duydum ve doktora çalışmamı sosyoloji alanında yaptım. Kafkasya bölgesinde SSCB sonrası dönemde, özellikle Batı Kafkasya'da ‘sosyal yapı ve değişme olgusunu’ uzun soluklu bir saha çalışmasıyla inceledim.
Yedi sene Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde çalıştım. On dört yıl Sakarya Üniversitesi'nde akademisyen olarak çalıştım. 2009 yılından bu yana da Yalova Üniversitesi'ndeyim. Şu anda hem İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi'nde Sosyoloji -özellikle Aile, Sivil Toplum, İnsan Hakları, Göç ve Mültecilik-derslerini veriyorum. Tercüme ve telif makalelerim ve kitaplarım var. Dekanlık ve diğer idari görevlerimden dolayı biraz yavaşlasa da araştırma ve yayın çalışmalarımı sürdürmeye gayret ediyorum. Çünkü insan kendi kendini zorlamayınca, taahhütler vermeyince yeni ürünler ortaya çıkmıyor.
Fikri Tuna ile Kesişen Yollarımız
Fikri Tuna Hoca türünün nadir örneklerinden biriydi. Avrupa dillerinde ‘suigeneris’,Osmanlı Türkçesinde ‘nev’i şahsına münhasır’ diyorlar. Böyle bir âlimdi merhum Fikri Tuna.
1987-94 yılları arasında Başbakanlık Osmanlı Arşivinde uzman yardımcısı olarak çalışıyordum. Sultanahmet’te Arşiv’in tam karşısında ara ara ziyaret ettiğim bir yayınevinin sahibi, benim gibi kendisini ziyarete gelmiş bir araştırmacıyla tanıştırdı. Osmanlı Arşivi’ne Yemen Devleti adına araştırma yapmak maksadıyla geliyormuş. Babayiğit, iri yarı, Arap görünümlü, Arapçayı da mükemmel konuşan ama Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bir zat idi. Orada adamın birikimi dikkatimi çok çekti ama ilk izlenimim doğrusu biraz menfi olmuştu. Çünkü birikim açısından çok güçlü bu adam, üst perdeden konuşuyordu. Özgüveni aşırı yüksekti. Doğrusu ben bu yapısından biraz rahatsız olmuştum. Ama aradan birkaç yıl geçti. Arşiv’de birkaç kere görüştük. Ben Mayıs 1994’te Arşiv’den ayrılıp üniversiteye geçtim. Sonra Kafkas Vakfı'nı kurduk. Eski SSCB coğrafyasını, Kafkasya’yı gezdikten sonra, buralara yönelik destek faaliyetleri yürütmek maksadıyla bir vakıf kurma ihtiyacı hâsıl olmuştu. O esnada erkek ve kız öğrenciler olmak üzere Kafkasya’dan iki grup halinde öğrenci getirmiştik. Bunlara kim, hangi hoca, nasıl ders versin diye istişare ederken, hem Çerkes dilini hem de Arapçayı iyi bilen bir hoca aradık ve Fikri Hoca’nın kapısını çaldık.
Fikri Hoca Çerkes idi. Kahramanmaraş Göksun’da Temurağa köyünde1934 yılında dünyaya gelmiş. Hem Çerkesceyi mükemmel kullanıyordu hem de Arapçayı Araplardan daha iyi, daha güçlü bir şekilde konuşuyordu. Buna birkaç kez Arap misafirleri hocanın ziyaretine götürdüğümde şahit oldum. Adamlar onun yanında konuşmaktan çekiyordu. Çünkü Araplar sarf-nahivde biraz zayıf oluyorlar. Hoca, Arapçayı çok düzgün kullanınca bizi tenkit eder diye tedirgin oluyorlardı.
Kafkasya’dan getirdiğimiz öğrencilerle ilgili çalışmaları yürütürken Fikri Hoca ile tanışıklığımız gelişti. Gençlere hem Çerkesce hem de Arapça dersler veriyordu. Sonra biz bir kaç arkadaş hocadan dersler almıştık. Temel İslam klasiklerinden metin okuttu bize. Öğrenciler Kafkasya’ya döndükten sonra hocayla iletişimimiz zayıfladı… Daha sonra bir arkadaşım bana bir özgeçmiş gönderdi. “Fikri Tuna Hoca’nın özgeçmişini yazdım, bir inceler misin?” diye. Baktım, amatör bir çalışmaydı.
Fikri Hoca, çok dolu bir adam idi ama yazmaktan ziyade sözlü anlatımı tercih ediyordu. Bazı hocalar öyledir. Şimdi burada ismini anmayayım ama İstanbul'da altı sene kadar Arapça ve Fıkıh dersi aldığımız çok muhterem bir Hoca Efendi var, neredeyse hiç yazmıyordu. Yani yazma deyince orada duruyor. Saatlerce konuşurlar kitaba bakmadan. İkisi de belki 8-10 saat konuşurlar, ders anlatırlar ama bir makale, bir kitap yazmakta zorlanırlar. Yani Allah yazma yeteneğini bazılarına daha az bahşetmiş. Bende hızlı yazmaya ve meramımı yazı yoluyla anlatmaya daha yatkınım. Bilgi ve iletişim teknolojilerini akranlarıma kıyasla daha rahat kullanıyorum. Bu durum Fikri Hoca'nın da dikkatini çekmiş olmalı ki “Ben bir şeyler anlatsam da sen yazsan ne iyi olurdu.” demişti.
Sonra ben amatör özgeçmişi görünce Fikri Hocayı ofisinde ziyaret edip teklifine müspet cevabımı ilettim. Hocam, bu kısa özgeçmiş dosyasını genişletelim, daha düzgün hale getirelim dedim ve başladık. Süreç sonunda koca bir hatırat kitabı çıktı ortaya. Sadece hatırat da değil, İslam dünyası, İslam dini, İslam düşüncesi ve İslam toplumu hakkında oldukça özgün bir eser çıktı ortaya. Bende bu teklifi sunduğuma, daha önce bana çıtlatmasına ve birlikte sekiz yıl boyunca otuzu aşkın oturum halinde bu kadar anlatımı kayıt altına aldığımıza çok mutlu oldum. Çünkü eserin tasarım çalışmaları sırasında Hoca Efendi çok ağır hastalandı. Sanki eserin bitmesini bekliyormuş gibi basılı nüshayı gördükten kısa bir süre sonra vefat etti. Allah gani gani rahmet eylesin.
Bu sohbetler sekiz yıl boyunca otuzu aşkın oturumda, namaz dışında ara vermeden ortalama 4 saat boyunca devam etti. Çoğunlukla sesli ama birkaç kere görüntülü kayıt da aldık. Oturumlarda bazen yurt içinden ve yurt dışından misafirler de hazır bulunuyordu. Bir konu açılırdı ama başka konulara da geçilirdi. Bilindiği gibi eski hocaların bir özelliği var; bir konu açılınca konudan konuya geçmek çok fazla rastlanan bir durumdur. Bir de konuşma diliyle, şifahi bir söylemle konular dile getirildiği için benim redaksiyon çalışmam biraz yorucu oldu. Hem o sözlü anlatımları yazılı anlatıma çevirmek hem de alt konularına göre tasnif etmek, ayet ve hadis atıfları varsa onları eklemek… Mesela bir yazara veya bir düşünüre ya da bir siyasetçiye atıfta bulunuyor; onun bilgilerini tamamlamak, tarih kısımlarını teyit etmek… Mesela Akif'ten bir beyit veya bir dörtlük okuyor geriye kalan kısmı ben tamamlıyorum…
Fikri Hoca'nın vefatı ile haberdar olma ihtimalimizin neredeyse hiç kalmayacağı birçok bilgi, birikim ve tecrübe Cenab-ı Hakk'ın güzel takdiriyle hatırat kitabı sayesinde gün yüzüne çıkmış oldu. Şahsen böyle bir hayra vesile olduğum için çok mutluyum. Aslında bu gibi çalışmaları yüksek lisans veya doktora yapan, akademik camiada at koşturan gençlerin yapması gerekir. Yani gönüllü asistanlık yapıp böyle yazma kabiliyeti zayıf hocaların dizinin dibine oturup onların bilgilerini, birikimlerini ve tecrübelerini anlattırarak yazmaları gerekir. Mesela Ramazan Yıldırım Hoca; İstanbul Üniversitesi'nde Kelam profesörü. Sağ olsun o da benim tez danışmanım Prof. Dr. Ali Özek Hoca’nın hatıratını yazıp yayınlamıştı. Bunun gibi genç akademisyenlerin büyüklerimize, yazma konusunda nispeten dezavantajlı yaşlı hocalarımıza yardımcı olmaları beklenir.
Maraş’tan Marakeş’e İlim Yolculuğu
Fikri Tuna çocukken annesi ona “Oğlum, sen büyük bir âlim olacaksın ve İslam’a hizmet edeceksin.” şeklinde telkinde bulunurmuş. Fikri Hoca, 1930’lu yıllar için oldukça iyi bir evde yetişmiş. Ekonomik açıdan varlıklı, her gün toplu halde kitap okunarak müzakere edilen bir köy imiş Çerkesçe adıyla Kançuvey. Arapça kitapların okunup mütalaa ve müzakere edildiği, tefsirlerin okunduğu bir evde çocukluk hayatını geçirmiş Fikri Hoca.
Elbette her anne ve baba evladının en iyi şekilde yetişmesini ister. Annesi, çocukları arasında özellikle Fikri Hoca’da bu cevheri görmüş olmalı ki özellikle ona “Sen büyük bir âlim olacaksın ve İslam'a hizmet edeceksin.” diyerek çok güçlü bir motivasyon sağlamış. Hani Allah Resulü’nün bir sözü var ya hadis-i şerif olarak aktarılan;“Ben atam İbrahim'in duasıyım.” diye. Hani Nebiler, “Neslimizden senin adını yüceltecek, senin yolunu sürdürecek kimseler getir.” diye dua etmişlerdi ya… Bizim de böyle dua etmemiz gerekir. Bu açıdan baktığımızda Fikri Hoca annesinin duasına mazhar olmuş oluyor.
Küçük yaşta Suriye'ye giden Fikri Hoca orada Arapça ve İslami İlimler tahsil ediyor. O dönemin Mustafa Sıbai gibi ünlü üstatları ile tanışıyor. Sonra Libya’ya gidiyor. Oradan Mısır'a ve Cezayir'e gidiyor. Daha sonra Avrupa’ya doktora yapmak maksadıyla gideceği sırada, dostluk ilişkileri kurduğu bazı bürokratlar onu Cezayir'de kalmaya ikna ediyorlar. Yoğun mesai yükü sebebiyle Libya’da başladığı doktora eğitimini tamamlayamıyor. Cezayir’de Eğitim Bakanlığı bünyesinde öğretmenlik, üniversitede hocalık yapıyor.
Cezayir Devleti adına İstanbul'da Başbakanlık Osmanlı Arşivinde uzun çalışmalar yapıyor. Ümit Meriç Hoca Cezayir’e gittiğinde Fikri Hoca ile tanışıyor. Maraş’tan Marakeş’e kitabımıza da güzel bir takdim yazısı yazdı, sağ olsun. Orada hangi bürokratla tanıştıysa Fikri Tuna’dan bahsediyormuş. Hal böyle olunca “Bu adam Cezayir’de bu kadar meşhur da Türkiye'de niye kimse tanımıyor?” diye hayret ediyor. Türkiye'de tanımıyorlar, doğru. Türkiye'de tanınmak için âlim olmak yetmiyor, başka şeyler de gerekiyor! Ama Arap dünyasında; Cezayir'de, Yemen'de en üst düzeyde devlet ricali tarafından tanınan bir şahsiyetti Fikri Tuna. Mesela Yemen’e gittiğinde Başbakan kabineyi toplamış ama “Fikri Tuna ulaştı mı?” diye sormuş, toplantıya başlamak için onun ulaşmasını beklemişler. Çünkü Suudi Arabistan ile Yemen arasında Asir bölgesi ihtilafı vardı öteden beri. Fikri Tuna Osmanlı Arşivi’nden Asir bölgesiyle ilgili belgeler bulup Arapçaya çevirerek kabineye sunmuştu. Dolayısıyla Yemen hükümeti bu sayede bölge üzerindeki hakkını ve hukukunu savunmak için çok güçlü deliller elde etmiş oldu. Arap dünyasında bu denli hatırlı bir adamdı merhum Fikri Tuna.
Fikri Hoca annesinin duasını gerçekleştirmek maksadıyla hayatı boyunca uzun bir ilim yolculuğu yapmıştı.1934’te doğan hoca 2017 yılında vefat etti. Yani birkaç yılını çıkarırsak yetmiş yıldan fazla ilimle yoğun şekilde meşgul olmuş. Planlı ve yüksek düzeyde bilinçli ilmî seyahatler gerçekleştirmiş, gözlemler yapmıştı. Avrupa'yı, Asya’yı, Ortadoğu’yu ve Kafkas coğrafyasını gezmişti. Araştırma ve işin hakikatini öğrenme iştiyakı oldukça güçlü idi.
Hiç gitmediği bir yere daha gitmeyi çok istiyordu, Japonya’ya. Bana da birkaç kere “Fethi Hoca gidelim şu Japonya’ya.” diye söylemişti. Bu maksatla birlikte Japonya İslam Merkezi fahri başkanıyla da görüşmüştük ama bu seyahati gerçekleştiremedik. Salih Hoca’nın İstanbul’a geldiğini söylediğimde heyecanlandı, duramadı yerinde. “Hemen randevu al, gidip görüşelim.”dedi. Fatih-Vefa'da bir otelde kalıyordu Salih Hoca. Gittik, görüştük kendisiyle. Ama kısmet olmadı.
Öncelikli Konular: Ahlak, Özeleştiri, Sömürüye Elverişlilik, Kadercilik, Kavmiyetçilik
Fikri Hoca ahlak, özeleştiri ve sömürü konularını çok önemserdi. Ben de Maraş’tan Marakeş’e kitabının giriş kısmında hocadan iktibas ederek uzunca anlattım bu hususu. Maalesef İslam dünyası ahlakı lüks zannediyor. Yani hayatında ve düşüncesinde kurguyu yanlış yapıyor. Ahlak yemeğin üstüne yenen tatlı gibi zannediliyor. Yemesen de olur gibi değerlendiriliyor. Veyahut evde balkon ya da teras katı gibi düşünülüyor. Mesela İslam dünyasına baktığımız zaman iman/itikat varsa tamam, amelin zayıf olsa da, ahlakın bozuk olsa da idare eder şeklinde bir algı var. Hâlbuki öyle bir şey yok. Muttaki ve ahlaklı olan için imanın bir anlamı var. Yani zemindeki ahlak çürük olursa onun üzerine inşa edilecek akide tabakası da zayıf olur. Onun üzerine inşa edilecek muamelat veya ibadette zayıf olur.
Allah Resulü, örnek bir ahlaka sahip olduğu için nübüvvet göreviyle nasiplendirilmiştir. Yüce bir ahlak üzere olduğu için elçi olarak o tercih edilmiştir. Yoksa mal mülk sahibi değildi. Mekke toplumunda itibar, mevki, rol ve statü sahibi değildi. Çok daha konuşkan, çok daha bilgili, konumu çok daha yüksek adamlar vardı Mekke ve civarında. Ama ahlaklı değillerdi. Dolayısıyla İslam âleminin temel krizinin ahlak olduğunu savunuyordu Fikri Hoca. Bununla bağlantılı olarak çarpık kadercilik anlayışına çokça vurgu yapardı. Cezayir'de on yedi yıl hocalık yaptı. Mısır'da Türkçe yayın yapan radyoda çalıştı.
Alın Yazısı Değil Doğru Yolu Tercih Etme Sorumluluğu
Fikri Tuna, uzun yıllar yaşadığı Kuzey Afrika ülkelerinde olaylar karşısında insanların hep ‘mektûb, mektûb’ diyerek sorumluluk üstlenmemelerinden yakınırdı. Bizdeki ‘alın yazısı, ne yapayım, alnıma böyle yazılmış’ denilmesi gibi. ‘Ne yapalım yani alnımıza yazılmış!’ İyi de sen göz göre göre olmayacak bir evlilik yapıyorsun, kısa bir süre sonra da kavga ve gürültüyle boşanıyorsun. Kırmızı ışıkta geçip kaza yapıyorsun ve kalkıp ‘mektûb’ diyorsun. Günde iki buçuk paket sigara içiyorsun, akciğer kanseri olma riski yüzde doksan civarında. Kanser olunca da ‘mektûb’, ‘alnıma böyle yazılmış, ne yapayım!’ diyorsun. Allah'a isyan ediyorsun, günahkârlık yapıyorsun. Sonra ‘ne yapalım!’, ‘mektûb!’diyorsun. Bu ‘mektûb/yazılmış’ anlayışı yani bu şekildeki kader anlayışı, alnıma yazılmış anlayışı Mekke müşriklerinin kader anlayışından hiçbir farkı olmayan, çarpık bir kader anlayışıdır. Kur'an'da bu kader anlayışı reddedilmektedir. Müşrikler “Onların ne suçu vardı? Allah onların alnına öyle yazdı.”diyorlardı, müşrik dedelerini savunmak için. Yani “İmansız ölen dedelerimizin ne günahı vardı? Alınlarına o yazılmıştı.”diyorlar. Yezid o kadar zulmünü yaptıktan sonra “Zalim olmak benim kaderim, mazlum olmak da Hüseyin’in kaderiydi.” diyor. Yani bu kader anlayışı yanlış bir kader anlayışıdır. Onun için Müslümanlar bu çarpık kader anlayışına kapılarak sorumluluklarından kendilerini azade kabul ediyorlar. Şark kurnazlığıyla sorumluluklarını kenara itiveriyorlar. Hâlbuki insanın kaderi tercih etmesidir; iyiyi tercih ederse ona göre karşılık görür, kötüyü/yanlışı tercih ederse ona göre karşılık görür. Tercihine göre karşılık görür yani. Sorumluluğunu yerine getirirse farklı, sorumluluğunu yerine getirmezse farklı bir yaptırımla karşılaşır.
Faturayı Başkasına Değil Kendimize Kesmeliyiz
Sorunun önemli başka bir kısmı daha var. Malik bin Nebi, Cevdet Said, onlardan önce Muhammed İkbal, Mehmet Akif Ersoy ve en son Fikri Tuna gibi mütefekkir âlimlerin ayrı bir özelliği var. Bu da bu problemin kaynağı olarak kendimizi görmek, faturayı dışarıya değil kendimize kesmek, geri kalmışlığımızın, ezilmişliğimizin, zayıflığımızın, perişanlığımızın sebebi olarak başkalarını değil kendimizi sorumlu tutmak şeklinde özetlenebilir. Ağzımızdan hemen ‘Ah bu Siyonistler, ah bu şer odakları, ah bu dış güçler, şu dış mihraklar yok mu?’ şeklinde söylemler çıkıyor değil mi? Şeytan hep başkası! İyi de senin hiç mi suçun yok? Senin dönüp bir de kendine bakmak gerekmez mi?
Hâlbuki Âdem aleyhisselamın tavrı bu değildi. Mesela “Affet Ya Rabbi! Biz kendimize zulmettik!” diyor. ‘Zalemna enfüsena’ yani “Ben de eşim Havva da; biz kendimize zulmettik!” diyor. Tutup da “Şeytan bizi saptırdı, ah o gözü kör olası caşeytan!” demiyor. Ama İblis ne yapıyor? İblis şimdiki İslam âleminin tavrını ortaya koyuyor. “Ya Rabbi! Sen beni Âdem yüzünden saptırdın.”diye faturayı başkasına, Âdem’e kesiyor. Şeytan bu tutumuyla doğru yoldan sapanlardan oldu. Biz de İslam âlemi olarak faturayı başkalarına kesmek suretiyle yanlış bir tutum benimsiyoruz.
Sömürüye Elverişli Olma Durumundan Çıkmalıyız
Malik Bin Nebi bu durumu açıklamak için ‘Colonizability’,sömürülebilirlik kavramını geliştirdi. Arapçası “el-kâbiliyyeli’l-isti’mâr”; sömürüye elverişli olma durumu. Fikri Tuna bu konuyu çok önemser ve her fırsatta anlatırdı.
Biz sömürüye elverişli olduğumuz sürece sömüren her zaman bulunur. İngiliz sömürür, Rus sömürür, Amerikalı sömürür, Çinli sömürür, sömürür de sömürür. Ali Şeriati Arapça kavramdaki bir harfi değiştirerek ‘isti’mar’ kelimesindeki ‘ayn’ harfini ‘ha’ harfine çevirerek ‘istihmar’ olarak yorumluyor. Bu durumu affedersiniz merkepleşmeye, eşekleşmeye elverişlilik olarak yeniden isimlendiriyor. Yani bir insan eşek olmayı sineye çektikten, bunu benimseyebildikten, kanıksayabildikten sonra ona eşek muamelesi yapan, sırtına semer vuran her zaman bulunur. Onun için insanın haysiyetini, şerefini, namusunu gözetip sömürülmeye asla müsaade etmemesi lazım. Sömürüyü zihninden çıkarması lazım. Yani zihnimizde sömürülmeye elverişli bir bölüm kaldığı sürece bizi sömüren her zaman bulunur. Onun sonu yok. O artık bir hayat tarzı haline gelmiştir,zira içselleştirmiştir.
Yoksullukla ve Daha da Önemlisi Yoksulluk Kültürüyle Mücadele Etmeliyiz
Keza yoksullukla mücadele edersin ve yenersin. Ama bir de ‘yoksulluk kültürü’ var. Adam iliğine kadar bu yoksulluğu benimsemişse, yoksul olmayı bir hayat tarzı, bir kültür, hatta bir medeniyet haline getirmişse o yoksulluğu ortadan kaldırmak son derece zordur. Böyle birinin yoksulluğunu gideremezsin, çünkü bu durumdan memnun. Sömürülmeyi iliğine kadar benimsemiş bir insanı ya da topluluğu sömürge olmaktan kurtarmak hakikaten çok zordur. Çünkü içselleştirmiş, durumdan rahatsız değil. Niye kurtulmak istersin ki? Onun için sömürüyü, sömürülmeye elverişli olma durumunu topyekûn ve kesin bir tavırla reddetmemiz gerekir.
Haysiyet, Şeref ve Namusumuzu Hassasiyetle Korumalıyız
Merhum Fikri Tuna Müslümanların haysiyet, şeref ve namusunu koruma hususunda çok daha hassas davranma, bu yüksek değerlere yönelik saldırılar karşısında çok sert tepki verme taraftarı idi. Sert derken doğrudan kaba şiddete başvurarak değil tabii ki. Zira Fikri Tuna da Cevdet Said gibi bir sorun çözme aracı olarak şiddete başvurmayı reddediyordu.
Şiddet yöntemi ameliyat gibidir, hastalık ilerleyince son çare olarak ameliyata karar verebilecek bir heyet tarafından planlı ve kontrollü kullanılırsa faydalı olur. Onun dışında hiçbir şiddet fayda doğurmaz. Bilakis sorunu daha da derinleştirir. Yani şiddetin sorun çözme kabiliyeti yoktur. Sadece uzmanının elinde; mesela bir cerrahın bir neşteri bir dokuya, deriye, ete bastırarak düzgünce ve elzem olan kadarıyla kesmesi gibi, sınırlı ve kontrollü bir şiddete cevaz verilebilir.
Fikri Tuna haysiyetimizi ve şerefimizi önemsememiz hususunda çok titiz idi. Somut güzel örnekler de veriyordu bu konuda. Mesela Said-i Kürdî’nin onurlu duruşundan bahsetmişti. Yine Şibli Numani’nin bir seyahati esnasında Avrupalı turistlerin Müslüman çocuklarla nasıl dalga geçtiğini gözlemlemiş ve büyük bir üzüntüyle Şiblî bunu aktarmıştı. Gölet gibi derin bir suya turistler madeni para atıp çocuklardan dalıp parayı almalarını istiyorlarmış. Çocuklar da boğulma riskine rağmen, ölüm riskini göze alarak, o 1 Markı bulup almak için derin suya dalıyorlarmış. Bu durum, Şiblî Numani’ye çok dokunmuş, Müslümanların çocuklarıyla nasıl böyle dalga geçebilirler diye. Fikri Tuna da bunu bir örnek olarak aktarır. Maalesef bu örnekler günümüzde çok hafif kalıyor. Zira İslam dünyasında maruz kaldığımız, Suriyeli mültecilerin Avrupa'da maruz kaldıkları insanlık dışı, tahkir edici davranışlar binlerce kat daha ağır. Durumumuzu ciddiyetle müzakere edip haysiyetimizi titizlikle korumalıyız.
Kavmiyetçilik Hastalığımızı Tedavi Etmeliyiz
Fikri Hoca’nın üzerinde sıkça durduğu bir başka konu ise kavmiyetçilik belasıdır. Mehmet Akif de çok beliğ bir şekilde bu kavmiyetçilik hastalığının sebeplerini, sonuçlarını ve çözüm yollarını ortaya koymaktadır. İslam dünyasının maalesef aradan geçen on dört asra rağmen hâlâ kavmiyetçilik hastalığından kurtulamadığını, bunun da İslam dünyasının en temel problemlerinden biri olarak hala çözüm beklediğini, Ümmet Birliği bilincinin zayıf kaldığını, kavmiyet davranışlarının, kavmiyet tepkilerinin ve kavmiyet saplantılarının İslam âlemine büyük zarar verdiğini örnekleriyle anlatır.
Fikri Tuna’nın Tanıştığı Din Adamları, Âlimler, Mütefekkirler…
Bu arada yöneltilen bir soruya cevaben şunu belirtmeliyim: Fikri Tuna Hoca’nın Cemâleddîn Afgani’den ne düzeyde etkilendiğini bilemiyorum. Ama onu çok önemserdi, İslam dünyasının uyanışında önemli bir görev ifa ettiğini yeri geldikçe vurgulardı.
Fikri Hoca çok bilinçli seyahatler yapardı. Bazen davetlere icabet ederek ama çoğunlukla kendi cebinden ciddi masraflar yaparak Kafkasları, Asya’yı, Avrupa'yı, Hindistan'ı gezmişti. Oradaki cemaatlerle tanışıp bakış açılarını yakından tanımıştı.
İran'ı ziyaretinde birkaç Ayetullah ile sert münakaşalar yaptığını, hatta bir Ayetullah’a bazı hususları itiraf ettirdiğini, “Yahu tamam, sen haklısın ama biz bu hurafeleri alenen reddedersek linç ediliriz.” diyerek itirafta bulunanlar olduğunu anlatmıştı. Yine Mısır'da bir kiliseye konferansa gitmiş, papazı sonuna kadar dinlemiş. Oturum sonunda iki soru sorunca papaz dumura uğramış, cevap verememiş. Misafirler dağılırken papaz Fikri Hoca’yı durdurup “Sen bir daha lütfen bizim kiliseye gelme.” diye rica etmiş. Bu vesileyle birkaç soru daha sorunca papaz itiraf etmiş: “Sen haklısın, biz yanlış şeyler anlatıyoruz; milleti kandırıyoruz ama çoluk çocuk evde ekmek bekliyor. Ne yapalım yani?”… Böyle maalesef, din adamlarının önemli bir kısmı, doğruluğuna inanmadıkları şeyleri, yanlış olduğunu bile bile insanlara din, din kültürü diye anlatıyorlar, mecbur kalınca bu çıkarcı tutumlarını itiraf ediyorlar.
Fikri Tuna Hindistan'da Mevdudi, Sir Seyyid Ahmed Han, İran'da Murteza Mutahhari, Mısır başta tüm İslam dünyasında büyük itibar sahibi Türkiye'den gitmiş Zahid Kevseri, Suriye’de Said Ramazan el-Buti gibi meşhur zevatın birçoğuyla yakından tanışıyordu. Cevdet Said ile ünlü mütefekkir Suriye’den İstanbul’a muhacir olarak geldikten sonra tanışmıştı. Yüz yüze tanışamadığı birçoklarının da fikir dünyasını yakından biliyordu. Cezayirli büyük düşünür Malik Bin Nebi ile ailece yakın dostluğu vardı. Suriye'de büyük muhaddis Herari’den dersler almıştı. Onunla ilginç bir ziyaretlerini de anlatmıştı.
Maraş’tan Marakeş’e kitabını okuyanlar kendini yakın hissettiği fikir grubuyla ilgili tenkitlere rastlayabilir. Bunlar iyi niyetle yapılmış yapıcı tenkitlerdir. Dolayısıyla kişiselleştirip üzülmeye gerek olmadığını düşünüyorum. Mesela Suriye’de Türkiye’den misafir olarak gelen bir tarikatın şeyhini muhaddis Abdullah Herari’yle birlikte ziyaret etmişler. Şeyh kitaplıktan bir tane kitap çekip teberruken bir sayfa açarak Fikri Hoca’ya “Senin Arapçan iyidir, sen bize okur musun? diyerek uzatmış. Orada hadis diye aktarılan uydurma bir rivayet geçiyormuş. Öbür tarafta büyük bir hadis üstadı var. Yanlış hatırlamıyorsam iki yüz bin kadar hadisi ezbere bilen, hadis münekkidi, bir üstat.“Bu hoca burayı niye okutuyor? diye sormuş. Şeyh Efendi “Biz bunu büyüklerimize, bizi sevenlere, müritlerimize okuyor, anlatıyor ve öğretiyoruz.” diye cevap verince muhaddis Herari çok fena kızmış, kızarıp bozarmış, “Estağfirullah, estağfirullah!” demeye başlamış. “Hemen kalk gidelim buradan.”demiş. Kalkıp gitmişler. Eve varana kadar istiğfar çekmeye devam etmiş muhaddis hoca. Hadis olmakla hiçbir alakası bulunmayan uyduruk bir sözü Allah Resulü’nün ağzına hadis diye yakıştırılan bir yalanı bunlar nasıl din diye, peygamberin sözü, hadis diye insanlara öğretirler diye adam binlerce kez istiğfar getirmiş. Fikri Hoca böyle özgün gözlemlerini Müslümanlar sahih bir din bilgisine, doğru bir din ve inanç anlayışına, sağlıklı bir İslam düşüncesine sahip olsunlar diye anlatıyor.
Hakikati Saklamama ve Cesaretle Açıklama Sorumluluğu
Fikri Tuna Maraş'ta müftülük yaparken Diyanet İşleri Başkanlığı’na şikâyet edilmiş ve teftiş geçirmiş. Şikâyetin konusu; cuma günü müftü olarak kürsüye çıkıp “Ey Maraş'ın zenginleri, işçinin hakkını alnının teri kurumadan veriniz. Kur'an kursuna götürüp çürümüş mallarınızı ellerinizi öptürerek çocuklara dağıtmanız bir fayda sağlamaz. Çocukların şahsiyetlerini ezmeyin. Siz önce kendi işçinizin hakkını gözetin.” demiş. Bu vaaz üzerine hocanın adı “Komünist Müftü”ye çıkmış. Hâlbuki komünistlikle hiçbir alakası yok. Neyse, Maraşlı bir zengin Fikri Hoca’nın bu söylemlerine cevap sadedinde Necip Fazıl'a yüklü bir ödemede yaparak Maraş'a konferansa getirmiş. ‘İslam, Kapitalizm ve Sosyalizm’ konulu konferansı Fikri Hoca bir talebe gibi hiçbir sonuna kadar dikkatle dinlemiş. Konferans bitince söz alıp; “Üstat, kusura bakmayın ama bilmediğiniz üç şeyi burada kıyaslamaya çalışıyorsunuz. Ne İslam’ı ne Kapitalizmi ne de Sosyalizmi biliyorsunuz! Ama gelmiş burada millete bilmediğimiz üç şeyi kıyaslayarak anlatmaya çalışıyorsunuz.” demiş. Haliyle Necip Fazıl çok fena bozulmuş. “Siz Maraşlı değilsiniz galiba?”demekle yetinmiş.
Ankara’da Diyanet’ten sorumlu bakanın katıldığı bir toplantıda herkes fikir beyan etmekten çekinirken Fikri Hoca büyük bir özgüvenle kanaatini güzelce açıklamış.‘Bu adam bakandır, beni görevden alır…’ gibi yanlış mülahazalara tenezzül etmemiş. Zaten böyle ince çıkar hesapları yapan biri hakikati söyleyemez. Oysa, hakikati bütün açıklığıyla ama uygun bir üslupla ifade etmekle mükellefiz.
SSCB dağıldıktan hemen sonra 1992'de Kafkasya'dan İstanbul’a öğrenciler getirmiştik. O zaman barınma ihtiyacını karşılamak için kız öğrencileri bir Kur’an kursuna, erkek öğrencileri bir başka semtteki başka bir Kur'an kursuna yerleştirmiştik. O kız Kur’an kursunda Fikri Hoca derse gidiyordu. Kursun ihtiyaçlarını karşılayan Hacı Baba Fikri Hoca’yla tanışmak istemiş. Daha ilk tanışmada Fikri Hoca’yla tartışmışlar. “İşte biz şöyle Hafız yetiştirdik. Böyle Hafız yetiştiriyoruz.” “Peki, hafızlar Arapça biliyor mu?” “Yok.” “İyi güzelde, Kur'an-ı Kerim'in bütün ayetlerini ezbere biliyorlar ama bir tek ayetini bile anlamıyorlar. Böyle yapacağınıza anlamını öğretirseniz daha güzel olmaz mı?” deyince bu iş adamı Hacı Baba fena bozulmuş. “Bir daha bu adamı buraya sokmayın.” diye talimat vermiş idareye, bir daha kursa gidemedi Fikri Hoca. Böyle özü sözü bir, sözünü sakınmayan, birilerinin hatırı için hakikatin hatırını çiğnemeyen, tatlı sert bir yapısı vardı merhum üstadın.
Fikri Hoca kitapta da görüldüğü üzere hadis-i şeriflere de müracaat ederdi. Ancak çok iyi bir muhaddisten hadis dersi aldığı için uydurma hadislere karşı sert tepki koyuyordu. Bu tutumundaki maksadı şuydu: Allah Resulü’ne nispeti çok güçlü bir şekilde ortaya konulmuş bir sözü bir Müslüman reddedemez. Sadece rivayet zincirinde zayıflık varsa, uydurma olma ihtimali daha yüksek görünüyorsa-ki bu da bir ilmi meseledir, bir içtihat meselesidir- erbabının yapabileceği bir iştir. O ayrı bir şey. Yoksa kategorik olarak hadisleri topyekûn reddetmek, yukarıda isimlerini saydığımız ulemanın benimsediği bir yaklaşım değildir.
‘Kur'an Kursu Tipi’ Değil Kur’an Merkezli Müslümanlık
Fransız siyasetçi ve tarihçi Hanoto’nun Batı’nın çıkarları için zararsız gördüğü Müslümanlık anlayışını Fikri hoca eserin iki yerinde anlatır. “Eğer Müslümanlar Kur’an'ı anlamıyorsa, Kur’an’ın mesajlarını kavramıyorsa ve buna uygun davranmıyorsa bırakın istedikleri kadar Kur’an okusunlar, istedikleri kadar bülbül, papağan gibi hatim indirsinler.” Ezanla ilgili de benzer bir aktarım var. Hanoto: “Bu ezanların bizim buradaki menfaatlerimize bir zararı var mı?”,“Yok!”,“O zaman bırak okusunlar.”…Bu anlayışı Fikri Hoca ‘Kur'an Kursu Tipi Müslümanlık’ olarak isimlendirmektedir. Yani İslam'ın ruhunu, esaslarını, evrensel mesajlarını kavramadan, dünyaya, insanlığa, ne gibi bir nizam değişikliği getirdiğini kavramadan, sadece ibadetleri kuru kuruya tekrar etmenin, keza ayetleri anlamadan sadece Arapça sözlerini ezberleyip seslendirmenin, yanlış bir anlayış olduğunu söylüyordu. Elbette Kur’an’ı ezberleyeceğiz ve en güzel şekilde okuyacağız. Buna kimsenin bir itirazı yoktur. Ama asıl olan doğru anlamak ve mesaja uygun davranmaktır. Yoksa öbür türlüsü sömürgecilerin işine bile gelmektedir. Zira bir nevi insanları uyuşturma işlevi kazanmaktadır. Ruhu ve mesajı anlaşılamayan dinî söylem ve eylemler sömürge sisteminin devamına, sömürü çarkının sürekli dönmesine hizmet eder duruma dönüşmektedir. Hanoto’ya atıf yaparak Libya’dan, diğer Kuzey Afrika ülkelerinden verdiği örnekler bu yanılgıyı açıklamaya matuftur. Nitekim Hanoto bu görüşünü özellikle Avrupalı stratejistlere söylüyordu.
Senusiler Kur'an'ın ruhuna uygun davranmayı diğer gruplara kıyasla daha başarılı bir şekilde ortaya koyuyordu. Onun için Senusilerle çok sert mücadele etmişlerdir. Mutasavvıf Senusiler de aslında bir tarikat grubu idi. Ama Kur’an'ın hükümlerini ve mesajlarını çok daha yüksek bir bilinçle önemsiyorlar diye Senusilerle ağır çatışmalara girişmişlerdi. Ama öbür taraftan bu sömürgeci güçler, Kur'an'ı sadece lafzıyla okuyan, manasına fazlaca emek ve enerji sarf etmeyen kesimlerle daha iyi geçmişlerdir.
Şu hususu vurgulamakta yarar var: Hiçbir insanın, yazarın, âlimin, mütefekkirin anlattıkları, görüşleri, yazdıkları mutlak manada, yüzde yüz hakikattir veya dini mutlak manada temsil ediyor diyemeyiz. Nebilerin tebliğ ettikleri vahiy mesajları dışında hiçbir söz hakkında bunu söylemek mümkün değildir. Bu bağlamda Fikri Hoca’nın da yanıldığı hususlar mutlaka vardır. O doğru anlattığı halde dinleyici olarak benim yanlış anladığım, yanlış yazdığım veya yanlış yorumladığım hususlarda olabilir. Veyahut da o dönem için Fikri Hoca öyle düşünmüştür ama ömrü vefa etseydi, üç beş sene daha yaşasaydı belki bazı görüşlerini değiştirebilir, güncelleyebilirdi de. Bunların hepsi imkân dâhilindedir. Bu çerçevede, özellikle hatırat kitaplarını okurken bu gözle bakıp bir yanılma payı bırakmakta yarar görüyorum. Bu kanaatime kitaptan somut bir örnek de verebilirim.
Fikri Tuna, Cezayir'deyken Türkiye’den bölgesini ziyaret maksadıyla gelen heyete mütercim olarak kılavuzluk yapmış. O heyetteki yazarı yakından tanıyan bir yazar Maraş’tan Marakeş’e kitabını temin edip okumuş, bana mesaj yazdı: “O mesele tam olarak Fikri Hoca’nın anlattığı gibi değil.”diye. Sonra bana belgeler de gönderdi, ikna oldum. Nihayetinde Fikri Hoca olaya kendi zaviyesinden baktı. Tabiatıyla öznel bir bakış. Onun tam olarak göremediği bir husus başka bir zaviyeden daha net görülmüş olabilir. Keşke hayatta olsaydı da bu mesajı kendisine iletebilseydim. “Fikri Hocam, sen burada böyle anlattın ama bakın, olaya vâkıf başka biri şöyle bir açıklama getiriyor.” diyerek hatalı ya da noksan ibareyi tashih ederdik. Ama ben hatırat kitabını yazan, düzenleyen, redakte eden ve yayına hazırlayan biri olarak mesajı ileten yazara söz verdim, kitabın yeni baskısı yapılacağı zaman söz konusu ibareye bir dip not düşüp Fikri Hoca bunu böyle anlattı ama bu olaya şahit olan, olayın içinde yer alan bir başkasının yakını da olayı şu şekilde yorumluyor.” diyerek telafi yoluna gideceğim inşallah.
İlmin ve Âlimin İtibarını Korumak
Fikri Tuna'nın ele aldığımız hatıratıyla verdiği genel mesaja gelecek olursak… Merhum üstat okumayı çok seviyor ve sohbetine katılanlara ilgi alanına göre kitaplar tavsiye ediyordu. Bir ara bir ders grubu oluşturmuştuk. Gruptaki ileri düzeyde bir okur olan bir ağabeyimiz, fil vasfını yakıştırmıştı Fikri Hoca’ya: “Adam fil gibi, filin su içmesi gibi okuyor.” Yani olağanüstü bir okuyucuydu. Allah kendisine muazzam bir hafıza bahşetmişti. Vefat ettiğinde seksen dört yaşındaydı. Son hastalık döneminde dahi sanki bilgisayardaki bir dosyadan arama yaparak bulmuş veya kitabı açtı da bakarak okuyor gibi bazen sayfa numaralarını da söyleyerek iktibaslar yapıyordu. Muhtemelen on binlerce eser mütalaa etmişti. Özellikle Libya’dayken, doktoraya başladığı dönemlerde kütüphanede çok fazla kitap okuduğunu söylemişti. Vaktinin önemli bir kısmını kütüphanede geçiyordu. Hatta kütüphane memuru kütüphaneyi kapatıyormuş. Fikri Hoca, kapıda oturup kitabı okumaya devam ediyormuş. Dış kapıyı da kitabı bitirip dolaba koyarak, geç vakit kütüphaneden çıkarken kendisi çekip kapatıyormuş. Merhum üstat bu denli yüksek azim sahibi bir ilim adamıydı.
Sekiz yıl boyunca otuzdan fazla oturumda bize birçok konuda bilgi ve görüşlerini aktardı. Namaz vb. zorunlu aralar dışında kesintisiz iki, üç, dört, beş, nadiren altı saat boyunca konuşuyordu. Bir kere olsun şu kitabı bir bulayım, neydi acaba, hatırlayamadım dememiştir. Şu zat acaba kimdi dediğine şahit olmadık, hemen hatırlıyor, sanki açılan konuyu yeni çalışmış gibi hangi soruyu sorarsak soralım duraksamadan cevaplıyordu. Zihni taptaze idi. Aradan elli altmış yıl geçmiş olaylarda bile yılına, gününe, ilgili şahıslara varana kadar konuşulanları büyük bir dirayetle iktibas ederek bize anlatıyordu.
Sohbetler neticesinde dört yüz sayfa hacminde bir kitap çıktı ortaya. Bu dört yüz sayfalık hatırat boyunca birkaç kez elinde bir Arapça eseri açıp belli bir pasajı okuyarak değerlendirme yapmıştı. Sekiz yıl boyunca yüzlerce şahsa, âlime, düşünüre, keza yüzlerce kitaba atıfta bulundu. Kitapların, müelliflerin, düşünürlerin isimlerini büyük çoğunlukla tam söyler, uzun cümleler, bazen bir paragrafı bütünüyle aktarırdı. Hepsini ezberden anlatıyordu. Yani Arapça okuduğu veya Arapça dinlediği ya da Türkçe dinlediği bir pasajdan bunları hafızasından aktarıyordu.
Fikri Hoca, ilmin önemine ve âlimin itibarına önemseyerek sıkça değinirdi. Bu hususla ilgili şu iki örneği verebiliriz: “Ben ilmin, dolayısıyla o ilme sahip âlimin,-âlime hürmet de aslında ilme hürmetten dolayı ortaya çıkıyor-, ne kadar yüksek olduğunu bir Almanya'da birde İran'da gördüm.” Almanya’da bir enstitüye doktora eğitimi için başvurmuştu. Yetkili hoca iki ay sonrasına randevu vermiş. Randevu tarihini dakikası dakikasına vermiş. Enstitü’de hocanın odasına 5 dakika önce gitmişler ama sekreteri kapıda bekletmiş, hoca saati gelmeden içeri almaz diye. Tabii kocaman bir enstitüyü yönetiyor profesör. İçeri merasimle giriyor, bir takım aşamalardan geçiyor ve hocayla dakikası dakikasına görüşme yapıyor, kısa bir görüşme oluyor: “Almanca biliyor musun? “Hayır!” “O zaman önce Almanca öğren sonra gel.”Olay bu kadar. “Ne kadar ciddiyet ve hürmet var ortamda” diye anlatıyor Fikri Hoca. “Aynısını İran'da Ayetullahların medreselerini ziyaret ettiğimde gözlemledim. Dolayısıyla ilme ve âlime çok hürmet gösterdikleri için başarılı oluyorlar.”diye de ekliyor.
Fikri Tuna'nın Bizlere Salık Verdiği Yöntem
Türkiye’de ilminde âlimin de itibarı maalesef çok fazla örselendi. Buna daha fazla müsaade etmemek gerekir. Elbette âlimin de hatası olur. Elbette ürettiği ilmin ve fikrinde kusuru bulunabilir. İnsandır nihayetinde, hata yapacaktır ama itibarını zedelememek gerekir. Çünkü itibar zedelendi mi insanların ne ilme ne de âlime bir daha dönüp bakası, dinleyesi gelmiyor. Bu sefer olan hakikate oluyor, insanlar ve toplum zarar görüyor. Elbette hatalı, kusurlu gördüğümüz hususları uygun bir üslupla ifade etmeliyiz. Mükemmel bir üslupta dile getiremiyorsak da iyi niyetle ve yapıcı bir üslupla hataları dile getirmeliyiz. Bir şeyin tamamı elde edilemiyorsa tamamının terk edilmemesi icap eder.‘Mâ lâyudrekukulluh, lâyutrekukulluh’ fıkhın temel ilkelerinden biridir. Tamamı elde edilemiyorsa bile tamamı terk edilmemeli. Onun için ciddi mütalaalar ve eleştirel okumalar yapmalıyız…
Fikri Hoca aklımızı sürekli ve cömertçe kullanmayı salık verirdi. Her gördüğümüze, her duyduğumuza gözü kapalı inanmamayı, eleştiriye tabi tutmadan kabul etmemeyi çok önemserdi.
Son bir husus olarak Fikri Hoca Türkiye dâhil Doğu Müslüman toplumlarında şahısperestliğin yani kişiye, şahsa fazlaca ehemmiyet vermenin, hatta şahsa tapınma derecesinde tazim gösterme davranışının yaygın bir hastalık olduğunu söylüyordu. İnsanların bilerek bilmeyerek şahıslara taptığını ve bu taptıkları şahısların veya yücelttikleri şahısların her türlü kusurlarıyla birlikte tüm sözlerini ve davranışlarını benimsediklerini, hâlbuki insanın seçmekle, eleştirmekle, elemekle muvazzaf olduğunu sürekli hatırlatırdı.
Sözümüzü örneğimiz ve önderimiz Son Nebi Muhammed Aleyhisselam’ın bu meyandaki şu hadis-i şerifiyle bağlayalım:
“Allah, ilmi insanlardan söküp almak suretiyle yok etmez. Fakat ilim, âlimlerin ölümüyle yok olur. Öyle ki, tek bir âlim kalmaz, halk da cahilleri (âlim sanarak ilimde) önder edinir. Bunlar kendilerine sorulan meselelere bilgisizce fetva verirler. Hem kendilerini hem de başkalarını yanıltırlar.” (Buhârî, İlim 34; Müslim, İlim 13).
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
- SAKLI ULEMAYI KEŞFEDEBİLMEK: MARAŞ'TAN MARAKEŞ'E FİKRİ TUNA24 Nisan 2025 Perşembe 22:10
- KAHVE TADINDA VEFA APARTMANI SADIK YALSIZUÇANLAR29 Ekim 2024 Salı 10:57
- BİR MÜTEFEKKİRİN İMTİHAN YAKLAŞIMI24 Haziran 2024 Pazartesi 20:48
- İLİM VE HİKMET İLE YOĞRULMUŞ BİR ÖMRÜN HATIRI OLMAZ MI?17 Kasım 2021 Çarşamba 20:59
- ADANMIŞ ÖMÜRLER28 Mayıs 2021 Cuma 22:30
- Sırat’ta Bir Genç Araf’ta Kalır Mı?5 Ekim 2017 Perşembe 06:09
- El-Me’mun Ve Beytü’l Hikme6 Ekim 2016 Perşembe 06:08
- FITRAT, SEVGİ VE EĞİTİM28 Nisan 2016 Perşembe 15:41
- ÖRNEK BİR NESLİN YETİŞMESİ YOLUNDA BİLGİ EVLERİ24 Şubat 2016 Çarşamba 17:36
- Mehmet ÖZELPOST TRUTH (GERÇEKLİK SONRASI) ÇAĞDA FİLİSTİN SORUNUNU KONUŞMAK
- Bilge ÇAĞLANMODERN EĞİTİMLE DEĞİŞEN DİNDARLIK
- Veli KARATAŞ “AKLA VEDA” AKL-I SELİME DAVET
- Mehmet ALTUNÜLKEMİZDEKİ EĞİTİMİN DÜNÜ BUGÜNÜ VE YARINI
- Ali KARAKAŞFUAT SEZGİN VE HADİS KİTABETİNE DAİR İDDİALARI
- Kemal SAYARKemal Sayar İyiliğin kanatları
- Musa ARMAĞAN MEVDUDİ'NİN İSLAMIN GELECEĞİ VE ÖĞRENCİLER KİTABI ÖZETİ
İMSAK | GÜNEŞ | ÖĞLE | İKİNDİ | AKŞAM | YATSI |
04:22 | 05:44 | 11:45 | 14:58 | 17:34 | 18:49 |