Senin Hayatının Eksenini Ne Oluşturuyor? / Köşe Yazısı - Bilal AKGÜL

20.05.2020
Bilal AKGÜL

Bilal AKGÜL

Senin Hayatının Eksenini Ne Oluşturuyor?

Üniversite yıllarında (1998 veya 1999’da) bu satırların yazarının dersine giren hocalardan biri Necdet Subaşı Hoca idi. Necdet Hoca sınıfta yoklama almayan ama dersi dört gözle beklenen ve dersine en çok katılımın olduğu hocalarımızdandı. Bir gün dersin işlenişi esnasında hayatını en çok etkileyen iki kitap olduğunu ifade etti. Bunlar; Cevdet Said’in “Bireysel ve Toplumsal Değişmenin Yasaları”  ile Abdülkerim Süruş’ un “Biz Hangi Dünya’da Yaşıyoruz” kitabı…

İki kitabı da ilk fırsatta bulup okumuştum. Daha sonra farklı zamanlarda bu kitapları tekrar okuma gereği duydum. Kitapların ortak özelliği insanı, iç dünyasına bir yolculuğa çıkarırken, bu yolculukta sahip olunması gereken azık, yaklaşım tarzı ile ilgili de önemli tespitlerde bulunuyor. Adeta insanın kendisiyle yüzleşmesini, iç âleminde bir muhasebeye gitmesini sağlamaktadır.

Yakın zamanda Abdulkerim Süruş’ un kitabını tekrar okudum. Kitapla ilgili izlenimlerimi paylaşma gereği duydum. Önce Süruş’la ilgili kısa bir biyografinin faydalı olacağını düşünüyorum.

Süruş, 1945 yılında Tahran'da dünyaya geldi. İran'da eczacılık okudu. Londra'da analitik kimya konulu yüksek lisans eğitimini tamamladıktan sonra kendisini tarih ve bilim felsefesi çalışmalarına adadı. Devrim'den sonra İran'a dönen Süruş, Ayetullah Humeyni tarafından üniversitelerin müfredatlarını elden geçirmek üzere oluşturulan Kültürel Devrim Enstitüsü'ne atandı. Prof. Süruş’ un rejimle olan ilişkisi mollaların eğitimin her alanına hükmetme kararlılığından dolayı açıldı. İmam Humeyni’ye istifasını sunduğu 1983 yılından sonra da rejime karşı eleştirileri sürekli olarak sertleşti. 90'lı yıllarda çıkardığı Kiyan adlı aylık dergi Süruş’ un dinî çoğulculuk, hermenötik, hoşgörü, molla rejimi ve ruhbanlık gibi konularda makalelerini yayımladı. 1998 yılında dergi kapatıldığı gibi Süruş da işini kaybetti. 2000 yılından sonra İran dışında dersler vermeye başlayan Süruş, Harvard, Yale ve Princeton gibi Amerikan üniversitelerinin yanı sıra Almanya’da Wissenschaftkolleg'de ve Hollanda’da Amsterdam Üniversitesi’nde çalıştı. Din ve dinin bilgisinin iki ayrı şey olduğunu; dinin kutsallığına karşın din bilgisinin insani ve eksik olduğunu vurgulayan Süruş, akademisyenliğinin yanı sıra Mevlana Celalettin-i Rumi’ye olan hayranlığıyla da dikkat çekiyor.(dunyasozluk.com)

Kabz u Bast-i Teorik-i Şeriat (Şeri‘atin Daralması ve Genişlemesi,1990), Best-i Tecrübe-i Nebevî (Nebevi Tecrübenin Genişlemesi, 2000), Hikmet ve Mâ‘îşet (1994), Râzdânî ve Rûsenfikrî ve Dîndârî (Aydınlık ve Dindarlık, 1991), Ahlâk-ı Hudâyân (Tanrıların Ahlakı, 2001), Ferbehter ez İdeoloji (İdeolojinin Ötesinde, 1993), Mudârâ ve Mudîriyyet (Hoşgörü ve Yönetim, 1996), Sırâthâ-yi Mustakîm (1999), Nihâd-i Nâârâm-i Cihân (Evrenin Yatışmayan Yapısı, 1999), belli başlı eserleridir.

Biz Hangi Dünya’da Yaşıyoruz kitabında Süruş, aynı evrende, aynı dünyada  (fiziki olarak) yaşamanın zihin dünyamızın, hayata yaklaşım tarzımızın aynı olduğu anlamına gelmediği temel tezini işler. Sahip olduğu özellikler itibariyle her insanın farklı olmasından dolayı, dünya coğrafyasına aldanmamak gerektiğini, her insanın özel bir coğrafya ve tarih koşulları içinde yaşadığını, fiziki koşulların aynı olmasının çok bir anlam taşımadığını ifade eder.

Ona göre; “Hayatta olmayı, canlı olmayı yaşamakla eşanlamlı sayarsak yanılgıya düşüyoruz demektir. Her birimiz kendimiz için kurup düzenlediğimiz bir dünyada yaşıyoruz. Herkeste kendisi için kurup çattığı ve içinde yaşadığı dünyanın niteliğine göre diğerinden farklı,  başka bir insandır.”

Yeryüzündeki sorumluluklarının ve insanın kapasitesinin onun sorumluluklarının çerçevesini çizdiğini ifade eden Süruş, bu çerçevenin nevi şahsına münhasır bir kişi ortaya çıkardığının altını çizer. Yeryüzünde meydana gelen herhangi bir olaya yaklaşımımızın evrenimizin sınırlarını belirlediğini, bizim için olayın vuku bulup bulmamasının bir anlam ifade etmemesinin o olayın bizim evrenimizde cereyan ettiği iddiamızı çürüteceğini ifade eder. Biz ancak ilgili olduğumuz, önemsediğimiz bir olayın, bir şeyin bizim dünyamızda yerinin olduğunu söyleyebiliriz. Aksi durumdaki bir olayın bizim dünyamızda meydana geldiğini söylemek mümkün değildir. Her insanın evreninin sınırları yaşayabildiği yere kadardır.  Filistin ve İsrail arasında meydana gelen bunca çalkantılı olayın varlığı ve yokluğu bazılarınca eşittir, şu halde böyle bir vurdumduymaz kişinin İsrail ve Filistin’in var olduğu bir evrende yaşadığı da ileri sürülemez.”

İnanma ile ameli birlikte ele alan dinimiz, kişinin hayatında inandığı şeylerle ilgili uygulamaya, bunlarla amel edilmesine özen gösterir. Ancak hayatında somutlaştırabildiğin, gereğini yerine getirebildiğin oranda inandığını kanıtlamış olursun der Süruş. Tolstoy’un şu sözünü ekler Süruş: ”İnanç; kendisi ile yaşadığımız şey demektir. Oysa bir şeyin varlığı sadece bilme o şeyin kişinin evrenine girmiş olmasını başlı başına gerektirmez.”

Günlük hayatta hayatın eksenine konulan şeyin kişinin evreninin sınırlarını belirlemede elzem olduğunu ifade eden Süruş,bugün moda müptelası olan insanlara “siz insanlara tapıcılarsınız, sizin evreninizin ekseni insandır” derseniz, muhtemelen red ve inkâr eden bir cevap alırsınız. Ne var ki bu inkârın pek bir önemi yoktur, önemli olan bu insanların davranışları ile insanın eksen olduğu bir evrende yaşadıklarını açıkça ortaya koymalarıdır” der.

İnsanın hayatının bir ekseni vardır. Evvelen bu eksenin özellikleri, boyutları ile ilgili bilgi sahibi olmamız, farkında olmamız lazım. Evrenimizin eksenini ne(ler) oluşturmakta? Hayatının eksenini bilen kişi ancak ona bir yön verebilir, ona yeni bir değer katabilir, gidişatının kişiyi nereye götürebileceğini bilir. Hayatımızın ekseni nedir? Ne için tasalanıp, uğraşıyoruz? Neyin peşinde koşuyoruz? Bu sorulara verilecek esaslı cevaplar dünyamızın ekseni, sınırları hakkında esaslı bilgiler verecektir.

Allah inancımızın boyutu da bu çerçevede ele alınabilir. Süruş’a göre; dış evrende Tanrı’nın varlığını bilmemiz ve kanıtlamamız yetmez. Tanrı bir kimsenin evrenine girmedikçe, bu kimsenin Tanrılı bir evrende yaşadığına inanılmaz. İnsan, Tanrıyı merkez edinmeli “muvahhid” olmalı, tevhid inancını benimsemeli derken, Tanrı’nın o insanın evrenine girmiş olması gerektiğini kastediyoruz, der. Tanrısız insanların ise, evrenlerinin ekseni kendi nefisleri, kendileri olan insanlardır. Onlara göre evrenin anlamı ve gerçekliği kendileri ile ilgisi ölçüsündedir der.

Süruş, kişinin hüviyetini, benliğini ancak Allah ile irtibat halinde olarak bulabileceğini, saf bir öze dönüşü gerçekleştirebileceğini ifade eder. Allah’la “safiyane” bir bağ kişi ile Allah arasındaki suni bağların, sanal gündemlerin ve engellerin ortadan kaldırılmasına katkıda bulunacaktır.

Süruş’ un bu yaklaşımlarından iki temel sonuç çıkarabiliriz:

1- Evrenlerimiz farklıdır, evren sayısı insanların sayısıncadır.

2- Bizim evrenimiz, seyircisi olduğumuz bir evren değil, bizzat oyuncusu olduğumuz bir ev- rendir. Ya da şöyle söyleyelim: Oyuncusu olduğumuz, ilgi ve alaka gösterdiğimiz kadar evrene sahibiz.

“Hani rabbin meleklere, “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar, “Biz seni eksiksiz bilirken ve durmadan övgü ile tenzih ederken orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birini mi yaratacaksın?” dediler. Allah “Şüphe yok ki, ben sizin bilmediklerinizi bilirim” buyurdu.” (Bakara 30) Kur’an Yolu tefsirinde halife ile ilgili kullanılan ifadeler hem evrenimiz hakkında hem de evrenimizin niteliğini arttırma konusunda önemli veriler taşımaktadır.  

Meleklerin, ileride insan soyunun neler yapacağına dair bildiklerini ortaya koyarak buna rağmen Âdem’in halife olarak yaratılmasının hikmetini sormaları, Allah Teâlâ’nın da Âdem’in buna lâyık olduğunu onlara anlatmak üzere yaptığı imtihan, Âdem’e verdiği bilgi ve kabiliyet buradaki hilâfetin Allah ile ilgili olduğunu, Âdem’in ve insanoğlunun yeryüzünde Allah’ın halifesi olacaklarını göstermektedir. Bir ümmeti yeryüzünde halife kılmak, onlara “hilâfet yetkisi vermek” mânasındaki “istihlâf” vaadinin iman ve amel-i sâlih (Allah rızâsına uygun hareket, amel, davranış) şartına bağlanmış bulunması da bu yorumu desteklemektedir (Nûr 24/55). (Kur’an Yolu Tefsiri)

İnsanın Allah’ın halifesi olmasını ve meleklerin secdesini, sahip olunan misyonla açıklamak mümkündür. Meleklerin Âdem’e secdesi Onun misyonunadır. Kendisine tevdi edilen sorumluluğadır. Halife kılınan insanın karşısında yer alan İblis ise nefsini kıble edinmiştir. Evreninin eksenine nefsine koymuştur.

“İki günü aynı olan ziyandadır” diyen Peygamber (a.s)  kişinin hayatının ekseni konusunda her daim uyanık olmasının önemini vurgulamasının yanında, sahip olunan evrenin sınırlarını genişletme, bu evreni zenginleştirme konusunda da sürekli bir çabayı önemsemektedir.

Müslüman’ın sorumluluk sahasının (halifelik misyonunun) tüm evren olması şu anda bulunduğu evren ile olması gereken evren arasındaki uçurum hakkında bize bilgi vermektedir.

Rabbim, bir ömür boyunca içinde yaşadığı evrene sahip olduğu misyonla hareket etmeyi, amel etmeyi nasip etsin. Şeytan ve dostlarının her daim kaydırma uğraşısı verdiği hayat eksenimizi istikamet üzere kılsın. Bizi nefsimizle başbaşa bırakmasın. Âmin.

Kaynak: Abdulkerim Süruş, Biz Hangi Dünyada Yaşıyoruz, Çeviren. Hüseyin Hatemi, Seçkin Yayınları, Aralık1986, İstanbul

Bu yazı toplam 4466 defa okunmuştur
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları

İMSAKGÜNEŞÖĞLEİKİNDİAKŞAMYATSI
04:2205:4411:4514:5817:3418:49

Tüm Hakları Saklıdır © 2013 Eğitimle Diriliş | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.