İSLAM KARDEŞLİĞİNİN YENİDEN TEŞEKKÜLÜ / Köşe Yazısı - Fahrettin GÜN

4.07.2015 11:07:53
Fahrettin GÜN

Fahrettin GÜN

 

 

İSLAM KARDEŞLİĞİNİN YENİDEN TEŞEKKÜLÜ

İslam toplumu bu gün tarihinin en karanlık dönemlerini yaşamaktadır. Batı toplumunun Ortaçağda yaşadığı durumun daha kötüsünü şu anda İslam toplumu yaşamaktadır. Bir farkla ki Orta Çağ’da Batı’da egemen olan ve Batı’nın gerilemesine neden olan güç kiliseydi, İslam toplumunda ise bugün İslam karşıtı güçler egemendir. Batı’nın karanlığa gömülmesinin nedeni kilisenin kendisiydi; oysa İslam toplumunun karanlığa gömülmesinin ve yaşadığı talihsizliklerin temel nedeni İslam’dan uzaklaşılmasıdır. Bu uzaklaşma sonucunda Müslümanların kalbinin İslam’dan kopması ile yerine suni akımlar, ideolojiler yerleşmiştir: Kapitalizm, sosyalizm, sekülerizm, nasyonalizm gibi…
Rönesans’la birlikte bilimin gelişmesi ve İncil’in çeşitli Avrupa dillerine çevrilmesi ile birlikte Avrupalılar, İncil’in gizemli dünyasının kapısını aralayarak Hıristiyanlığın gerçek yüzüyle yüzleşmeye, tutarsızlıklarını görmeye başladı. Buna bağlı olarak bu dönemde birçok aydının dinden yüz çevirdiği Avrupa’da, bazı aydınlar da dinde reform hareketine giriştiler. Dine olan inancın giderek zayıflamaya başladığı Avrupa’da, insanı, maddeyi her şeyin merkezine koyan sekülerizm düşüncesi yayılmaya başladı. Kendini hayattan, dünyadan soyutlayan eski dindar Avrupalının yerine “Mutluluk=Zenginlik” diyen, dolaysıyla dünyayı, parayı, zenginliği önemseyen, onun için her yolu meşru gören yeni Avrupalı gelmiştir. Bilimin ışığı altında her türlü teknolojiyi üretmeye başlayan Batı, bu gücünü diğer ülkelerde kurduğu koloniler ve sömürgelerle pekiştirdi. Avrupa ve Amerika toplumları diğer kıtaları ve ülkeleri sömürgeleştirerek onların yer altı ve yer üstü tüm zenginliklerini ve insan gücünü zorla ülkelerine getirerek devasa bir zenginliğe sahip oldu.
Batı’nın hızlı gelişmesi ve büyümesi karşısında İslam toplumu da tam tersine durağanlık ve gericiliğin pençesine düştü. Müslüman toplumun bozulmasının iç ve dış sebepleri vardır. Ancak bu faktörlerden en önemlisi kendi dinamiklerini köreltmesi ve İslam’dan uzaklaşması ile ilgilidir. Bu durumu Fransız Oryantalist Charies Mismere çok güzel bir şekilde izah etmektedir: “Şu Müslümanlar dinlerini bıraktıkları için gerilemişlerdir. Avrupalılar ise, dinlerini bıraktıkları için ilerlemişlerdir. Batı dünyasını skolâstik kilise zihniyeti ile gömüldüğü karanlıktan kurtaran ve onların ancak asırlar sonra alıp uygulama safhasına koyarak bugünkü medenî seviyeye gelmelerini sağlayan hiç şüphesiz ki Doğu’nun okuma, öğrenme, yazma ve öğretme hasletlerinden azamî derecede faydalanmaları olmuştur.” Bozulmamızın ve de parçalanmamızın en önemli etkeni iç dinamiklerimizden uzaklaşmamız, özellikle Kur’an-ı Kerim ve hadislerden yeterince beslenmememizdir. İslam’ın ilk asırlarında âlimlerimiz ve bilginlerimiz kelami ve fıkhi meselelerde gereksiz detaylarla uğraşarak dinin sosyal hayat üzerindeki etkisinin zayıflamasına neden oldu. Bu süreçte oluşan bazı tarikatlar Avrupa’daki ruhbanlık sınıfını aratmayacak derecede “bir lokma bir hırka” düşüncesi ile dünyayı hor ve hakir gören inancın yerleşmesine neden oldu. İleriki yüzyıllarda Avrupa’da bilim ve teknoloji alanında her gün yeni icatlar yapılırken Müslümanlar matbaa, buharlı makine gibi “gavur” icadını kullanmanın caiz olup olmadığını tartışıyordu.
İslam’ın özünden uzaklaşan toplumumuz, Allah’ın, insanı yaratmasının temel amacını belirttiği Zariyat suresi 56. ayetteki ”Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” ilkesinden uzaklaşmış ve İslam çizgisinden sapmıştır. Bu anlamda Allah’a kulluk amacından sapan bazı Müslümanların görünüşte ve eylemde gayri-müslimlerden pek bir farkı kalmadı. İçi boş şekilsel ibadetlerin dışında ciddi bir iman ve eylemden yoksun kaldılar.
Bizi en çok yaralayan ve Müslüman kanının akmasına neden olan ve İslam kardeşliğini baltalayan sorun “asabiyetçilik”tir. Tarihte asabiyetçilik düşüncesi ilk olarak Hz. Âdem’in yaratılış sahnesinde karşımıza çıkmaktadır. Kur’an’da o sahne şöyle zikredilir: “Allah buyurdu: Ben sana emretmişken seni secde etmekten alıkoyan nedir? (İblis): Ben ondan daha üstünüm. Çünkü beni ateşten yarattın, onu çamurdan yarattın, dedi.”(Araf:12) Şeytan kendi hammaddesini üstün görmüştür. Hammaddesini öyle üstün görmüş ki bu kibir onun aklını kaplamış ve Allah’ın emrine bile karşı gelmesine kadar götürmüştür. Böylece tarihte ırkçılık akımının ilk tohumlarını Şeytan atmıştır.
Asrı Saadet döneminde Arap toplumunun en büyük hastalıklarından biri asabiyet kaynaklı kabile savaşlarıydı. Peygamber efendimizin gönderilmesiyle beraber toplumu yakıp kavuran bu ateş İslam dini çerçevesinde söndürüldü.
Irkçılık düşüncesi yaklaşık iki yüz yıldır İslam dünyasında hızla yayılan veya yaydırılan yeni hayat felsefesi olmaya başladı. Giderek de kangren gibi yayılmaya devam ediyor. Milliyetçiliği yaymaya çalışan iç ve dış mihrakların olduğu su götürmez bir gerçek, biz bunları bir kenara bırakıyoruz. Bizim asıl çağrımız “Müslüman’ım” diyen kitleyedir. Müslüman olduğunu iddia edenlerin her konuda olduğu gibi milliyetçilik konusunda da yegane ölçütü Allah’ın kelamı olan Kuran-ı Kerim olmalıdır. Yüce kitabımız Kuran-ı Kerim’deki Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdâr olandır.(Hûcurat 13) ayeti tüm müminler için bir ilkedir. Bu ilkeyi unutan bazı Müslümanlarcahiliye toplumunun kavmiyetçilik düşüncesinin modern versiyonu olan milliyetçilik akımının kurbanı oldular. Ayette geçtiği gibi üstünlük soy sop ile değil Allah’a karşı en çok sakınmaktan geçer. Şüphesiz ki Yüce Allah birbirimizi tanımamız için bizi kabilelere ayırdı, biz ise bu ayırmayı bir çatışma unsuru olarak gördük. Hz. Âdem’in çocukları tek bir anne babadan olduklarını unutmuş, farklı kabileden olmayı bir üstünlük faktörü olarak görmüş ve bunun için de kan dökmekten imtina etmemiştir. Bu ayrışmayı basite indirgeyerek ifade edelim:
Bir an şöyle düşünelim. İsimlerimiz aynı olsaydı, ailelerimizin ismi aynı olsaydı, kabilelerimizin ismi aynı olsaydı, aşiretlerimizin ismi aynı olsaydı, milletlerimizin ismi aynı olsaydı kendimizi nasıl ifade edebilecektik? Birbirimizi nasıl tanıyacak ve nasıl çağırabilecektik? Bütün erkeklerin ismi Âdem, bütün kadınların ismi Havva olsaydı örneğin, kendimizi nasıl tanıtabilecektik? Hepimiz Türk, Kürt veya Arap olsaydık, kendimizi nasıl ifade edebilecektik? Görüldüğü gibi bu durum içinden çıkılmaz bir soruna dönüşüvermektedir.
Bu sıkıntının yaşanmaması için Yüce Allah Kur’an-ı Kerim’de “Allah Âdem’e bütün isimleri öğretti.” (Bakara-31) diyerek öncelikle Hz. Âdem’e eşyanın isimlerini öğretmiş bununla birlikte ona isim verme yetisini de bahşetmiştir. Hz. Âdem kendi çocuklarını bile birbirinden ayırmak için onlara farklı isimler vermiştir. Hz. Âdem’den sonra çocukları boylara ve kabilelere ayrılarak dünyaya dağıldı. Birçok boy ve kabileye ayrılan Âdemoğulları geçen zaman içinde, Kabil nasıl ki Habil’in kardeşi olduğunu unutup öldürdüyse, aynı şekilde âdemoğulları da Âdem babanın çocukları olduklarını unuttular ve birbirlerinin boynunu vurmaya başladılar. Hatta öyle ki kendi kabilesini veya milletini diğer kabile ve milletlerden üstün görme pervasızlığını gösterdiler. Millet aslında ailenin kozmik halidir; yani büyük bir ailedir. Asabiyet cehaletinin sonucunda birçok insan ölmüş, birçok kabile yok olmuştur. İslam öncesi Arap toplumunda da yaygın olan bu cehalet anlayışını yok etmek ve tüm insanların kardeş olduğunu hatırlatmak için Yüce Allah “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık…” (Hûcurat 13) ayetini indirdi. Yüce Allah insanları boylara ve kabilelere ayırırken birbirlerinin boynunu vurmaları için değil, birbirlerine üstünlük taslamaları için değil, birbirlerine düşman olmaları için değil, birbirleriyle savaşmaları için değil, ancak “li tearefu” için yani birbirlerini tanımaları için ayırdı. Tanımak kabullenmektir, birliktir, kardeşliktir, dostluğa giden ilk köprüdür. Rengin, ırkın, soyun, dilin, vatanın Allah nezdinde hiçbir değeri yoktur. O’nun nezdinde değer, Hûcurat suresinin 13. ayetinin devamında belirtilen " Allah katında en değerli olanınız, O'na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır." ölçütüdür. Gerçek şerefli insan Allah katında şerefli olandır.
“Hepiniz Âdem’densiniz, Âdem ise topraktandır.” (Ebu Davud, Tirmizi) temel ilkesinden giderek uzaklaşan Müslümanlar “Şüphesiz ki müminler kardeştir.” (Hûcurat 10) duygusunu kaybetmeye ve kardeşlik olarak cahiliye unsuru olan “kan bağı kardeşliği, soy sop kardeşliği” düşüncesini ön plana çıkarmaya başladılar. Oysaki Kur’an-ı Kerim’de Hz. Nuh’un ciğerparesi olan oğlu için dua ettiği sahne şöyle anlatılır:
 

“Nuh,  (Rabbine dua edip)  dedi ki:  «Ey Rabbim!  Kuş­kusuz oğlum da ailemdendir. Senin vadin ise elbette haktır ve Sen hâkimlerin hâkimisin».

“Allah buyurdu ki: Ey Nuh! O asla senin ailenden değildir. Çünkü onun yaptığı kötü bir iştir. O halde hakkında bilgin olmayan bir şeyi benden isteme! Ben sana cahillerden olmamanı tavsiye ederim.” (Hud 45-46) diyerek öz evlat bile olsa eğer Allah’a isyan etmişse onun da diğer kafirlerden hiçbir farkının olmadığını ortaya koymuştur. Hz. Nuh’un, gözleri önünde suda boğulan oğlu için yapacak hiçbir şeyi yoktu. Çünkü emir büyük yerdendi, Allahtan gelmişti ve ona düşen güzel bir teslimiyetten başka bir şey değildi. Kur’an’daki bu olay biz Müslümanlar için temel bir ilke olmalıdır. Bu sahnede de görüldüğü gibi Yüce Allah, kan bağının değil, iman bağının önemini vurgulamaktadır.
Peygamberimiz Veda Hutbesi’nde; "Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arap’ın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi kırmızı tenlinin siyah üzerine, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allahtan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır.” diyerek tüm insanların Allah’ın kulu ve Âdem’in çocukları olduğunu ifade ederek bu konudaki son sözü söylemiştir.
İslam uğruna her şeyini geride bırakarak Medine’ye hicret eden Muhacirlere evlerinin kapılarını sonuna kadar açan Ensar, onları sevgiyle kucaklamıştı. Peygamber Efendimiz Muhacirlerle Ensar’ı kardeş yaptı. Evini, sofrasını, işini, bağını, bahçesini kardeşleriyle paylaşan Ensar ile muhacir arasındaki kardeşlik insanlık tarihinde görülmemiş bir olaydır.
Sonuç olarak İslam toplumunun yeniden dirilmesi ve tarih sahnesinde şahlanması için düşüncede ve inançta dirilişin gerçekleşmesi gerekir. Allah’a yönelmesi, dolaysıyla Kur’an-ı Kerim’e sarılması şarttır. Yeniden diriliş için öncelikle Allah’ın, her şeyin ve bizim yaratıcımız olduğu unutulmamalıdır. Yaratılan insanın değil, evreni ve insanı yaratan Allah’ın (c.c) ancak yegane kanun koyma yetkisine sahip olduğu unutulmamalıdır. Tüm insanların atasının bir olduğu, dolaysıyla hammadde olarak hiç kimsenin bir başkasına üstünlüğünün olmadığı önemle vurgulanmalıdır. Müslümanlar olarak “De ki: 'Namazım, ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, âlemlerin Rabbi Allah içindir.” (Enam-162) ayeti hayata bakış açımız, davranışlarımızın yegâne ölçütü olmalıdır.
 
 

İRFAN ÇELENK

 

Bu yazı toplam 3095 defa okunmuştur
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları

İMSAKGÜNEŞÖĞLEİKİNDİAKŞAMYATSI
04:2205:4411:4514:5817:3418:49

Tüm Hakları Saklıdır © 2013 Eğitimle Diriliş | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.