YİTİRDİĞİMİZ MEDENİYETİN İZİNDE BİR EĞİTİM SİSTEMİNE DOĞRU / Köşe Yazısı - İ. HALİL TÜNÇMEN

4.05.2015 18:45:07
İ. HALİL TÜNÇMEN

İ. HALİL TÜNÇMEN

YİTİRDİĞİMİZ MEDENİYETİN İZİNDE BİR EĞİTİM SİSTEMİNE DOĞRU
Medeniyet, birçok tanımı yapılmasına rağmen, üzerinde bütünüyle uzlaşılamayan kavramlardan biridir. Bu kelimenin kökenine bakıldığında, farklı dillerde aynı anlamdaki kelimeden, şehir/kent anlamına gelen bir kökten türetildiği görülür. Örneğin; Fransızca ve İngilizcede medeniyete karşılık gelen “civilisation” kelimesi, Latince “civitas” (şehir) tabirinden türetilmiştir. Türkçede kullanılan medeniyetin kökeni ise; Arapçada şehir/kent anlamına gelen “medine” kelimesidir.
Kısaca temas etmeye çalıştığım bu etimoloji çerçevesinde düşünülürse; medeniyetin somut görünümlerinin, daha ziyade şehirlerde meydana geldiği görülür. Fabrikalara, çok katlı binalara, konak ve saraylara, gösterişli iş merkezlerine, spor ve sanat komplekslerine, konfora daha çok şehirlerde şahit olunduğu doğru olmasına karşın; bilgi, düşünce ve ahlak bakımından seviyesi ne olursa olsun köyde veya kırsalda yaşayan birinin medeni olmadığı söylenebilir mi? Burada iki farklı medeniyet algısının ortaya çıktığı görülür.
Medeniyetin kriteri olarak teknolojik gelişmişliği öne çıkaran Batılılar, böylece kendilerini diğer toplumlardan daha üstün görürler. Medeniliğin kriterini teknolojik ilerleme olarak almaları, teknolojik olarak ise diğer toplumlardan daha üstün ve gelişmiş olmalarından hareketle tek medeni toplum olarak kendilerini görürler. Batılılar dışındaki diğer tüm toplumları ise ilkel toplumlar olarak kabul ederler.
Batılı anlayışa göre; Batı dışındaki toplumlar, ilerleyerek ancak ve nihayet olarak, Batı’nın bugün vardığı noktaya varabilirler. Bundan hareketle olacak Marks; “Batı dışı toplumlar, Batı toplumunda kendi istikballerini görürler.”demektedir. Fukuyama da Tarihin Sonu isimli eserinde; insanın tarihin başından beri içinden geçmiş olduğu evrim sürecini tamamladığını, bu evrim sürecinin son noktasının da liberal kapitalist düzen olduğunu ve böylece tarihin sonunun geldiğini, dolayısıyla artık Amerika’nın ulaştığı yerin insanlığın neticede varabileceği son nokta olduğunu söyler.
Batı’nın medeniyet algısından farklı olarak, İbn-i Haldun’un Farabi'den alarak geliştirdiği ve “ilmi ümran” (medeniyet bilimi) adıyla müstakil bir ilim haline getirdiği medeniyet algısı vardır. Bu yaklaşıma göre medeniyet ile toplum (umran) eş anlamlıdır. Medeniyet demek toplum demektir. Eğer bir yerde toplum düzeni içtimai bir nizam varsa orada medeniyet vardır.
İbn-i Haldun’a göre medeniyetin ölçüsü bir yerde dinin, ahlakın var olması; iktisadi bir hayatın ve hiyerarşik bir düzenin varlığıdır. Eğer bunlar bir yerde varsa orada medeniyet vardır. O toplum medeni bir toplumdur, ilkel sayılamaz.
Bu açıdan baktığımızda Hz. Muhammed(s.a.v) insanlık tekamülünün varacağı son nokta olan “asr-ı saadette” bir medeniyet kurmuştur; çünkü orada son derece huzurlu bir toplumsal düzen ve hakikatin bilgisine sahip olan kamil insanlar vardır. Ama Batı’nın ortaya koyduğu medeniyet anlayışı esas alınırsa; orada, yani Medine’de, büyük binalar, dikkat çekecek bir mimari eser veya ileri düzeyde teknolojik gelişmeler olmadığı için orada bir medeniyet yoktur. O toplum ilkel bir toplumdur.
Peygamberimiz (s.a.v) ise bunun tam zıttı bir medeniyet anlayışını benimsemiştir. Hiçbir bina inşa etmemiş ve geriye dikkat çekecek büyük bir mimari eser bırakmamıştır. Aksine o ‘ben güzel ahlakı tamamlamak için geldim’ diyerek medeniyetin ölçüsünün güzel ahlak olduğunu ve dinin güzel ahlaktan ibaret olduğunu buyurmuştur. Dolayısıyla o güzel ahlakın ve güzel ahlak sahibi insan-ı kamillerin mimarıdır, yüksek binaların değil. Bu demek değildir ki; Hz. Peygamber ruhları inşa ederken dünyaya çalışmayı yasaklamıştır. Aksine büyük mimari ve sanat eserlerine ruh veren insanlar, onun oluşturduğu iklimde olgunlaşmışlardır. Binalara ruh verebilecek bireyler, onun bu medeni ikliminden istifade etmişlerdir. Süleymaniye’yi inşa eden ruh, feyzini onun bu manevi atmosferinden almıştır. Yalnız öncelik sırası farklıdır. İslam Medeniyeti’nde ilk ve asıl amaç ruh güzelliği ve olgunluğudur.
Hz. Muhammed (s.a.v), kendine has ve farklı bir medeniyet tasavvurunu net bir şekilde ortaya koymuştur: Güzel ahlaklı kamil insanlar yetiştirmeyi hedefleyen bir medeniyet tasavvuru. Yani yüksek binalar yapıp farklılığını, güçlülüğünü ve üstünlüğünü o binalarla ispatlamaya çalışan bir medeniyet değil. Firavunlar da inşa ettikleri piramitlerle bunu yapmaya çalışmışlardır. Burada birbirine zıt iki farklı medeniyet anlayışı ile karşılaşırız.
Eğitim politikamızın öncelikle bu medeniyet tasavvurunu netleştirmesi, böyle bir medeniyet inşasını hedef olarak benimsemesi gerekir. Türkiye’nin eğitim politikasında son asırda benimsenen yaklaşım, İslam toplumundan kopup Batı Medeniyeti’ne yaklaşmayı esas almıştır. Ancak ortaya çıkan sonuçlara bakıldığında anlaşılmıştır ki; böyle bir şey ne gereklidir, ne de mümkündür. Çünkü Türkiye toplumu, ilkel bir kabile toplumu değildir. Kendine has dinamikleri olan bir medeniyeti vardır. Neden İslam Medeniyeti bırakılıp da, Batı medeniyeti benimsensin?
Eğitim, bir toplumun ideal gördüğü insan şeklini yetiştirme vasıtasıdır. Her medeniyetin, ideal model olarak gördüğü bir insan tipi vardır. İslam Medeniyeti’nin ideal insan modeli “insan-ı kamil”dir.
İnsan-ı kamil, bir hayal değildir. Bunun somut örneği Hz. Peygamber ve onun yetiştirdiği sahabelerdir. Bir Müslüman'ın bütün hayatı ibadettir. Bu sosyal ilişkilerde ortaya çıkar. Gerçek anlamda “kemal” insanın abdestinde, namazında değil; diğer insanlarla ilişkisinde gizlidir.
Eğitim müfredatı hazırlanılırken, öncelikle toplum olarak nasıl bir model insan yetiştirmek istediğimizin belirlenmesi gerekir. Neyi hedeflediğimizi iyi bilmemiz gerekir. Yoksa kendi toplumumuza ve medeniyetimize muhalif insanlar yetiştiririz. Bu eğitim sisteminden, hayalini kurduğumuz insan yetişmez. Batılı eğitim sisteminin genelinde ferdiyetçi, girişimci, pragmatist yani menfaatçi, akılcı insan yetiştirmeyi hedeflemektedir. Akılcı (bizim anlayışımızdaki akıllı ile aynı anlamda değildir) yani hedefe en kısa yoldan varan kişi hedeflenir. Hedefe en kısa yoldan giderken, dini ve ahlaki kurallara aldırış edilmez. Batı’daki akıl ve din çatışması, bu noktada ortaya çıkar. Kısa yoldan zengin olmayı hedefleyen kişi, ‘faiz haramdır’ derse akılcı olamaz. Hedefe giden yolda önüne engel koymuş olur.
Oysa bizim geleneğimizde Hz. Muhammed (s.a.v) akıllı kişi için “Nefsini aşağılayan ve ahret için çalışan kişidir.” buyurur. Batı’nın medeniyet anlayışına dayanan akılcı insan modeli, dünyevi menfaatleri için her yolu mübah gören bir kişilik tasavvuruna karşılık, İslam Medeniyeti’ne dayanan kamil insan modeli ise; nefsini kontrol eden, ahiret için ya da başkalarını yaşatmak için çalışan kişi tasavvur eder. Eğitim sistemimiz Batı Medeniyeti’nin öngördüğü pragmatist akılcı insanı mı yetiştirecek, yoksa İslam Medeniyetinin öngördüğü “kamil insanı” mı yetiştirecek? Bu noktada net bir kararımızın olması gerekir.
 
Sonuç olarak; medeniyet ve eğitimimizin temel meselesi olarak; insanımıza istikrarlı/dengeli kişilik ve şahsiyet kazandıracak zihniyet, içerik, yöntem ve söylemlerden yoksunlaşması; yani değerlerinden ve dinamiklerinden uzaklaşması gösterilebilir. Hal çaresi ise; eğitimimizin, İslam Medeniyet tasavvuruna dayanan yeni bir hamleyle bu yoksunluktan kurtulacak şekilde yeniden yapılandırılmasıdır.

 
 İ. Halil TÜNÇMEN

Bu yazı toplam 4706 defa okunmuştur
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar
Osman Dağ
4 Mayıs 2015 Pazartesi 23:18
23:18
Teknolojik medeniyet ahlak medeniyetini tahrip edebilmiştir. İngilizler Bangladeşi işgal ettiklerinde, Bangladeşin medeniyeti daha ileri idi. Şimdi ise bir şey bırakmamışlar maalesef.
Yazarın Diğer Yazıları

İMSAKGÜNEŞÖĞLEİKİNDİAKŞAMYATSI
04:2205:4411:4514:5817:3418:49

Tüm Hakları Saklıdır © 2013 Eğitimle Diriliş | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.