Ahmedi Hânî ’Nin Şaheseri / Köşe Yazısı - Habip ASLAN

18.03.2018 09:13:29
Habip ASLAN

Habip ASLAN

 Hayatı hakkında kaynaklarda fazla malûmata sahip olamadığımız Ahmedi Hânî, tespit edilen bugünkü bilgilere göre, 17. yüzyılda Doğu Anadolu bölgesinde yaşayarak daha çok, Şeyh Ahmed-i Hânî ve kısaca Hânî diye şöhret sâhibi olmuş, önemli Osmânlı şeyh, âlim ve şâirlerinden biridir. Kendisi de âlim ve fâzıl olan İlyâs adlı bir zâtın oğludur. Hânî’nin, yapılan son araştırmalar sonucuna dayanılarak 1061/1651 tarihinde Doğubayâzıt veya Hakkârî yakınlarında doğduğu ileri sürülmektedir. Hânîyân aşîretine mensûp olduğundan dolayı yâhût Hakkârî vilâyetinin Hân köyünde doğduğu için Ahmed-i Hânî diye tanınmıştır. Bu aşîretin, 1592’ yılında Hakkâri yöresine gelip yerleştiği tahmîn edilmektedir. 

İlk tahsîlini geleneğe göre âilesinden aldığı tahmîn edilmektedir. Daha sonra bulunduğu çevrede eğitimine devâm etmiş, Bağdât, Şâm, Halep ve İrân medreselerinde de uzun müddet öğrencilik yapmıştır. İyi bir İslâmî ilim, şiir ve tasavvuf eğitimi alan Hânî’nin ayrıca, eserlerinden elde edilen bilgilere göre Nakşibendî tarîkatına da girdiği anlaşılıyor.

 Ahmed-i Hânî, bir müddet o dönemde bölgenin kültür merkezi olan-bu günkü Şırnak vilâyetinin kazâsı Cizre’de yaşadı. Daha sonra Doğubayâzıt’a gidip yerleştiği ve 1119/1707 yılında orada vefât ettiği tahmîn edilmektedir.

Mezârı İshâk Paşa Sarâyı’nın 500 metre doğusundadır. Halk arasında velî olduğu kabûl edildiğinden dolayı 1990-1991 tarihleri arasında Doğubayâzıt halkı ve belediyesi mezârının üzerine bir kümbet yaptırarak etrafını da bahçe ile çevirmişler. Burası çevre halkın hem mesîre hem de ziyâret yeri hâline geldiği için hâlâ yaz kış ziyaretçilerle dolup taşmaktadır. 

Ahmedi Hânî’nin Nûbara Biçûkan (Çocukların Taze Baharı, 1683), Akideya İmane (İmanın Akideleri, 1687), Memû Zin (1695) adlı eserleri ve yetmiş dört şiiri vardır. Bunların dışında coğrafya ve astronomiyle ilgili Erdê Xweda adlı eserinin var olduğu yaygın kanıdır. Dikkat edilirse yazılış tarihleri belli üç önemli eser bize üç dönemle ilgili bilgi sunan birer eğitim kitabıdır.

5 ile 10 yaşları arasındaki çocuklar için yazılan İslam’ın genel prensiplerinin anlatıldığı ilk kitabı Nûbara Biçûkandır (Çocukların Taze Baharı) çocukluk dönemi, kişilerin imani noktada eksikliklerinin tamamlanması için yazılan Akideya İmane (İmanın Akideleri) gençlik dönemi, Memû Zin ise olgunluk dönemiyle ilgili bir eğitim kitabıdır. Dönemin şartları düşünüldüğünde çağının çok üzerinde bir mantaliteye ve eğitimci kimliğine sahip olan Hânî, kendisini eğitime adadığı için, fırsat bulup evlenememiştir.

Mem o Zin mesnevîsinin, ilk defa 1335/1919’da İstanbul’da, Kürt Tamîm-i Ma’ârif ve Neşriyât Cemiyeti tarafından Mükslü Hamza Bey’in önsözüyle ve eski harflerle neşredildiği görülüyor. İkinci baskısı 1947 yılında Halep’te Beşîr Şeyh Hasan tarafından yapılmıştır. 1954 yılında Erbil’de Gîvî Mukriyânî’nin yazdığı önsözle birlikte üçüncü baskısı yayımlandı. 1967 yılında yine Erbil’de dördüncü baskısı yapıldı. Margareta B. Rudenko, Mem o Zin eseri üzerinde doktora yaptı ve bunu 1962 yılında Moskova’da Rusça tercümesiyle birlikte yayımladı. Bu esere Prof. Kanadâ Kurdo da önsöz yazdı. İran’da Ubeydullah Eyyubiyân 1962 yılında Farsça Çirîkey Mem û Zin’i yazdı. Ayrıca 1957 yılında Dımaşk’da, M. Saîd Ramazân el-Bûtî tarafından mensûr olarak Arapça’ya çevrildi. 1968 ve 1975 yıllarında da, İstanbul’da M. Emîn Bozarslan tarafından bazı bölümler çıkarılarak bir sayfada yeni harfli asıl metin ve karşı sayfada manzûm Türkçe tercümesi verilmek sûretiyle neşredilmiştir. M. Emîn Bozarslan, 1995 yılında Stockholm’de yayımladığı daha geniş kapsamlı çalışmasında, önceden çıkardığı bu bölümleri de ilâve eder. Ayrıca, Türkiye’den gidip Stockholm’de yaşayan Murâd Civân’ın da “Ahmedâ Xanî jiyân, behrem û bîr û bâverîyân vî” adlı eseri vardır. Ferhât Şakeli İşveççe Kurdisk Nationalism i Mem û Zin av Ehmede Xanî eserini yayımladı. Mem o Zin mesnevîsini, 1960 yılında Bağdât’ta ünlü şâir Hejar Mukriyûnî Mukrî lehçesiyle manzûm olarak bastırır. Bu esere, Hasan Kızılçî ve Hejar ayrı ayrı önsöz yazarlar. Suriyeli Muhammed Enver Alî de, 1972’de “Ahmed el Xânî Felsefetu’l-Tasavvuf bi-Dîvânihi Mem û Zin” eserini Beyrut’ta neşreder.

Cihanî Pervîzî ise Mem û Zin’i Urmiye’deki Selâhaddîn Eyyûbî Neşriyâtı serisi içinde 1988 yılında yayımladı. Mem o Zin, 1989 yılında orijinal metîn ile birlikte Arapça, Farsça ve Türkçe açıklamalarıyla birlikte Paris Kürt Enstitüsü tarafından yayımlandı. 1413/1993 yılında Dımaşk’ta Arapça olarak Halîl Reşîd İbrâhîm tarafından sanatkârâne bir üslûpla Makâmatu Mem û Zin adıyla bir özeti neşredilir. 1991 yılında eser üzerinde bir de İngilizce doktora çalışması yapılmıştır: Michael L. Chyet , And a Thornbush up between Them : Studies on Mem û Zin, A Kurdish Romance.  Piremerd (Süleymâniyeli Hâcı Tevfîk) ise 1925 tarihinde Mem o Zin’i Soranice piyes şeklinde yazmıştır.

Osmânlı şâirlerinden Ahmet Fâik, 1730 yılında Mem o Zin mesnevîsini aynı vezinle takrîben 1187 beyit hâlinde Türkçe yazmıştır. Bu eser 1969 yılında İstanbul’da Sırrı Dadaşbilge tarafından bir sayfada yeni harfli asıl metîn ve karşı sayfada ise bugünkü dille karşılığı verilmek sûretiyle yayımlanmıştır. 

Mem o Zin mesnevîsi, günümüz edebiyâtında Sadık Yalsızuçanlar tarafından çağdaş bir yorumla ve serbest vezinle, Mem ile Zin adıyla yeniden neşredilmiştir. (Timaş Yay., İst. 2001, 119 s.) 

Mem u Zin destanı h. 854, miladi 1450 yılında Cizre Azizan Hükümdarı Emir Ebdal (Abdullah) oğlu ibn Abdillah ibn Seyfeddin el-Bohti  döneminde meydana gelmiştir. Emir Zeynuddin Bey’in kız kardeşi Zin ile beyin Divan Katibinin oğlu Mem arasında geçen aşk hikayesidir.Cizre Beyi’nin  danışmanı ve özel kalem memuru ve aynı zamanda iç özel kapıcısı Bekir’in fitne ve fesatçılığı yüzünden birbirine kavuşamamalarından dolayı bu önemli olay destanlaşmıştır.

İyilik, doğruluk, suçsuzluk, zayıflık ve çâresizlik Mem ile Zîn‘in şahsında toplanarak; kötülük, dalkavukluk, fitnecilik ve ikiyüzlülük de Bekir’de somutlaştırılarak gözler önüne serilmiştir. 

Zamanın yaşantısını, sosyal durumunu ve kültürünü büyük bir ustalıkla işlemiştir.  

Hânî’nin Mem ile Zin adlı mesnevisi halk arasında sözlü olarak anlatılagelen Meme Alan Destanı’ndan esinlenerek yazmıştır. Bunu tabiî ki her ikisinin ortak yönlerinden hareketle söylüyoruz. Örneğin her iki destanda da destan kahramanlarının ortak isimleri Mem, Tacdin, Beko, Zin, Sitidir. Her iki destanın da mekânı Botan şehridir ve her ikisinde de aşklar mutlu sonla bitmez.

Meme Alan Destanı, halkın arasında itibar edilen değerler içinde bazı gerçeklerle donatılmış bir aşk hikâyesidir. Hânî halk arasında anlatılan konuşma diliyle yazılan bu aşk hikâyesinin bir kuyumcu titizliğiyle işleyerek mesnevi tarzında bir hikâyeye dönüştürmüştür. Ayrıca Meme Alan hikâyesine tasavvuf gömleğini giydirerek bir şaheser meydana getirmiştir. 

Hânî, üzeri tozlanmış her eşsiz mücevher misali her mısranın arkasına gizlenen bir mana deryasıdır. Bir mısrasında Ömer Hayyam’ın üslûbunun diriliğini, diğer mısrada Fuzuli’nin çağını aşan yapısını, ötekinde sema yapan kelimeleri, diğerinde Yunus’un dilinin saflığını görebiliriz. Bir tasarımcı bir eğitimci kimliğiyle bize yazdıklarıyla müthiş bir sofra armağan etmiş. Her mısrası ayrı bir tat, her beyiti içerisinde günlerce tatlı uykulara dalacağımız sıcacık bir ev misali bizi içine çekmektedir. 

Mem ile Zin adlı eser mesnevi şeklinde yazılmıştır. Arûz vezninin Mef ‘û lü/ Me fâ ‘i lün /Fe ‘û lün kalıbıyla yazılmıştır. Bu kalıp, o devir İslâm dünyâsında ortak duyuş ve düşünüşle yazılmış edebi eserlerde çok kullanılan kalıplardan biridir. Eser klasik Osmanlı mesnevî tarzına uygun olarak 60 bölümden meydana gelmiştir. Hânî, eserine mesnevinin tabiatına uygun olarak tıpkı diğer mesnevilerde olduğu gibi Allah’ın varlığını ve birliğini anlatmakla mesnevisine başlamış. Daha sonra münacat ve naat bölümlerinden sonra Agazı destan dediğimiz mesnevide asıl olayın anlatıldığı bölümde Mem ile Zin’in karşılaşması anlatılır. Mem’in Zin’le –Tacdin’in de Siti ile karşılaşması bir nevruz gününe denk geliyor. Burada çok ilginç bir durum var.   Zamanın adet, gelenek göreneklerinde hoş karşılanmayan kadının erkek kıyafeti giymesi, erkeğin de kadın kıyafeti giymesi durumu söz konusudur. Burada Siti ve Zin erkek kıyafeti, Mem ile Tacdin de kadın kıyafeti giymiştir. Burada akla gelen ilk soru Xani neden toplumda hoş karşılanmayan bir durumu kahramanlarına yakıştırmıştır. Belki de aşka düşenin ilk eline aldığı nesnenin ayna olduğunu bu şekilde ima etmiştir. Zin Mem’de kendisini, Mem de Zinde kendisini seyre dalmıştır. Bu durum Tacdin ve Siti için de geçerlidir. 

Mem ile Zin-Tacdin ile Siti nevruz günü karşılaştıklarında kendilerinden geçerler. Mem ve Tacdin Zin ve Siti’nin parmaklarına taktıkları yüzükler sonrasında kendilerinden geçmiştir. Bu yüzüklerden Mem’in payına düşen kan kırmızısı yakut bir yüzük, Tacdin’in payına düşense bembeyaz bir elmastır. Aslında bu ilk karşılaşmada Hânî; Mem’in payına aşkın, kavuşamamanın, çileli bir yolun ve sonrasında vahdete ulaşmanın rengini teslim etmiştir. Tacdin ve Siti’ye de bu yolda Mem’e yoldaş olmak düşmüştür.

Siti ve Zin’in dadısı Heyzebun, Siti ve Zin’deki değişiklikleri öğrenmek için bir falcıya gider. Falcı ona her ikisinin de sevdaya tutulduğunu, iki delikanlıda da Siti ve Zin’in isimlerinin yazılı olduğu yüzüğün bulunduğunu söyler. 

Dadı Heyzebun Lokman hekim kılığında halkın arasına karışır.

Tıpkı Siti ve Zin gibi iki delikanlının da aşk belasına bulaştığını ve ilaç arayacaklarının farkındalığıyla onları aramaya koyulur. Nitekim iki gencin hastalandığını ve tedavi için de tabip aradığını öğrenir. Heyzebun’u çağırırlar. Heyzebun iki gence Siti ve Zin’in yanından geldiğini nevruz günü değiştirdikleri yüzüklerini tekrar değiştirmeleri gerektiğini aksi takdirde Zin ve Siti’nin adlarının kötüye çıkacağını söyler. Burada Heyzebun dünyayı, kesreti temsil ediyor. Yüzük ise aşkın meşakkatli yolunu temsil ediyor. Heyzebun Mem’ i dünyaya çekmek isteyen bir engel; ama Mem vahdet için ilk sınavını başarıyla veriyor ve yüzüğü teslim etmiyor. Hânî’nin bu mesnevisinde aşka ilk düşerken yüzük motifini kullanması aslında yeni bir şey değildir. Âşık edebiyatında da âşıklar rüyalarında bir pir elinden kendilerine bade veya boncuk verildikten sonra uyanırlar ve âşık olarak hayatlarına devam ederler. Bir bakıma aşkları bu büyülü bade veya boncukla başlar. Mem’in aşkı da bu büyülü ve kan rengindeki yüzükle başlar. Yüzüğü alan Mem tıpkı pir elinden bade içen bir âşık gibi kendinden geçer. Heyzebun Zin’den haber getirene kadar Mem kendine gelemez. Heyzebun’un dilinden duyduğu Zin kelimesiyle yüreği hayat bulup gözlerini aralar.           

Tacdin inanmaları amacıyla yüzüğünü geri gönderdiyse de, Mem yüzüğünü vermeyerek: “-Bununla yaşıyorum”, der. Aslında Mem yüzüğü vermeyerek dünyayı reddetmiştir. Artık aşk yolculuğunda meşakkatler, yanıp yakılmalar başlayacaktır. Artık gülün dikenleri Mem’in yüreğini her gün biraz daha kanatacaktır. Mem sadece bunlarla da mücadele etmemiştir. Eserin Heyzebun’dan daha kötü karakteri Beko vardır. Mem’ e en büyük zulmü yapandır. O yüzden Beko eserde Mem’in vahdete ulaşmasındaki en büyük engel olan nefsidir. Zaten insana en büyük zulmü yapan kendi nefsi değil midir? Mem eserde sürekli nefsiyle mücadele halindedir. Tâ ki vahdete ulaşana kadar. Mem vahdete ulaştığında Beko da Tacdin eliyle öldürülmüştür. Mesneviyi düz tasavvufi gözlükle okumadığınızda mesnevinin sonunda büyük bir sürpriz sizi beklemektedir. Çünkü Zin’in isteğiyle Beko Mem’in yanı başına gömülmüştür. Tasavvufi açıdan baktığımızda ise Beko Mem’in nefsi olduğu için yanı başına gömülmüştür. Belki de bu çok ciddi bir iddia diyebilirsiniz. Ancak dikkat edilirse Beko baştan sona ikiyüzlü, fitne ve fesatçı, dalkavuk etrafına vesvese veren bununla beslenen ve her zaman Mem’in aleyhinde çalışan bir karakterdir. Beko’nun kötülüğü hiçbir zaman Mem dışında birine bulaşmamıştır.

Siti ve Tacdin ise evlenir. Aslında evlenmeleri, birleşmeleri Mem’i vahdete ulaştırmada bir basamak niteliğinde olmuştur. Nitekim Tacdin, Mem için kendi evini bile ateşe vermiştir.

Mir Zeynuddin Bey, Siti’yi Tacdin’e verir ama Beko’nun da yapmış olduğu şeytanlıklar sonucunda Zin’i Mem’e vermek istemez ve en sonunda onu zindana attırır. Bu olayı duyan Tacdin’nin kardeşleri, Arif ve Çeko’yu da alarak beyden Mem’i serbest bırakmalarını ister. Tacdin ve kardeşlerinden korkan bey kısa bir süre sonra bırakacağına dair söz vererek Tacdin’i ikna eder; ancak bir yıl zindanda kalmasına rağmen salıverilmemesine sinirlenen Tacdin, beye Mem’i salıverip Zin ile evlendirmesini aksi takdirde zorla gelip alacağını söyleyince bey kabul eder. Beko ile bir plan yapar. Zin’e Mem’i görebileceğini söyler.  Zin yanına dadısı ve kız kardeşi Siti ile yüz nedimeyi alarak zindana doğru gider. Kapıda Memo’yu tarif ederek, onunla görüşeceklerini söyler. İçerideki mahpuslar birlikte şöyle anlatırlar: “Memo düne kadar aramızdaydı. Yalnız dün akşam pencereden vücudu üzerine bir yeşil, bir sarı ışık topluluğunun geldikten sonra, konuşmaz oldu” Bunu duyan Zin, yanındakileri bırakarak zindanın içine iner. Ayağıyla Memo’yu dürterek, biraz konuşturur. Aralarında şöyle bir diyalog geçer.

Memo: “Sen beni görmek için değil, tatlı canımı almak için gelmişsin.”

Zin: “Hadi kalk zincirleri çözüp, Bey’in huzuruna çıkalım. İznimizi verdi.”

Memo: “Ölümü olan bey, bey değildir. Biz  Beylerbeyi’nin huzuruna çıktık.” der ve ölür. Bu cümle ile gerçek aşktan İlahi aşka geçtiği görülür. Ölüm haberi saraya ve şehre yayılınca Tacdin koşup Bekir’i  bulur. “-Ey maksatları meneden, Memo ölür de sen hayatta yeryüzünde mi gezeceksin?” der.  Kılıcını çekerek leşini yere serer.

Bu acıklı aşk olayına tümüyle üzülen Cizre halkı, Memo’nun ölümüyle yasa bürünmüştü. Herkes matem için karalar giydi. O günden sonra Cizre’de siyah çarşaf  giymek adet haline gelmiştir.

Bu sırada, Memo’nun naşı Cizre Sarayı’ndan çıkarılmaktadır. Zin ise üzüntüyle mezara gitmektedir. Memo’yu Abdaliye Medresesi’ne götürüp, gömme hazırlıkları yaptıkları bir sırada, iki oduna bağlı bir ölünün birkaç insan tarafından taşınıp oraya doğru getirildiği görülür. Bunu gören Emir Zeynuddin sinirlenerek:

“-Bu mezar Müslümanların mezarıdır. O köpeği aramıza almayın” der. Gerçek aşktan İlahi aşka varan Zin, ağabeyinin yanına giderek şöyle der:

“-Beyim, Memo’nun bulunduğu şehitlikten Bekir’i sakın mahrum etme. Bizi o köpek korudu. Bizi kıyamete kadar kapı eşiğinde o koruyacaktır.” Bunun üzerine Bekir’i  de  aynı yere bir köşeye gömerler. 

Zin, daha sonra sarıldığı mezar taşında ruhunu teslim eder. Dünyada birleşmelerine mani olduğu Mem ile Zin’i  aynı yerde gömmek isteyen Bey,  Memo’nun mezarını açtırarak Zin’in naşını mezara bıraktığı sırada şöyle seslenir:

“-Memo! Al sana yar!” der. Mezardan Memo’nun cesedinden efsaneye göre üç defa ses gelir. O ses: “- Merhaba” diye yükselir.

Gerçek aşktan ilahi aşka varan Memo ile Zin’e Allah rahmet eylesin. Âmin.

KAYNAKÇA

 

BOZASLAN, M. Emin, Mem û Zîn, İst. 1968.         

Prof.Dr. Turgut KARABEY Ahmed-ı Hâne (1651-1707)  Hayatı, Eserleri ve Mem o Zîn Mesnevisi- A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi Sayı 30 Erzurum 2006

MEM, H., Üçüncü Öğretmen XANİ, İst., 2002.

YALNIZUÇANLAR Sadık Mem ile Zin Timaş yayınları İstanbul 2001.

 

 

 

 

 

 

Bu yazı toplam 10214 defa okunmuştur
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Bu habere henüz yorum eklenmemiştir.
Yazarın Diğer Yazıları

İMSAKGÜNEŞÖĞLEİKİNDİAKŞAMYATSI
04:2205:4411:4514:5817:3418:49

Tüm Hakları Saklıdır © 2013 Eğitimle Diriliş | Sitede yayınlanan yazıların sorumluluğu yazarlara aittir. Kaynak gösterilmeden yayınlanamaz.